27 Eylül 2011 Salı

Allahla olan sağlık dolu, al yanaklı, yüzüne kan giden, tosun gibi maşallah ilişkim



(bu yazımız, yazarın, blogunda 2 lafından birisinin Allah olduğunu fark edip, ulan benim bu allahla ne alakam var bu kadar diye düşünmeye başlayıp, vardığı yerleri sevenlerine aktarmaya karar vermesinden ötürüdür. Yazının ana fikri, allahla hiçbi alakası olmadığı, kendisini hiç tanımadığı, yapılan haberlerin tamamen yalan olduğu, sadece bi arkadaşının arkadaşı olduğu için o gün orada şeettiklerini ve bu konuda asparagas haber yapan arkadaşları çok kınadığı filan şeklindedir.)

Ağzımda bir Allah lafı… 
Töööbeler, inşallahlar, maşallahlar, Allah korusunlar, saklasınlar havalarda uçuşuyor. 
Az önce düşündüm. 
Dindar mı oldum ki ben? Haberim yok? 
Ya da nedir bu samimiyet? 

Sonra da dedim ki, 
evet belki dünya sarsılır, yer yerinden oynar ve tehdit telefonları başlar ama ben yine de yazmalıyım… Allah’la aramdaki sağlıklı ilişkiyi herkeslere anlatmalıyım. 
Çünkü mutluyuz biz. 
Kıskanmayın. 
Darısı da başınıza hatta…
:)

Kimdir kendisi benim hayatımda, ona bi kısaca bakalım şimdi beraber…

Bi kere her şeyden önce kendisi, 
benim elalemle taşak geçtiğim, beraber gül gül öldüğüm çok yakın bi arkadaşımdır. 
Biz birlikte güleriz olana bitene, çarpana, düşene... 
Olmayacak işleri ona paslarım ben. 
Er ya da geç çaresine bakılacaklar kontenjanından bir temizlik yaparız hayata dair. 
Sık sık. 
Kimselere söyleyemediğim, 
“Abi bu herif de tam bir gerizekalı ama, bunun karısı bu duruma ne diyor acaba, 
psikologa gidiyor mudur ki bu” gibi düşüncelerimi, onunla paylaşırım. 
O kimseye söylemez. 
En fazla, “senin bilmediğin bir hikayesi var bunun, durma üstünde” diyerek, 
sırtıma binen yükü hafifletir. 
Ben de böyle şeylere inanabilmek ve o yükü hafifletebilmek için 
onun gizli varlığına çarptırıp sektiririm hayata dair tuhaflıkları…

Allah,
o şakayı ben yapmasam o yapar diyeceğim kadar, espri anlayışlarımız ortak, 
böyle penguen, leman gibi bir dergide, aynı masada çalışıp, 
sabahlara kadar uykusuz kalıp, 
hayatın en acı meselelerine alışmış kudurmuştan beterdir kıvamına gelerek dayandığım, 
kahkahalarla yerlere yuvarlandığım eski toprak abimdir. 
Biz aynı tespitleri yaparız, birbirimizin ağzından lafı alırız. 
Benden çok yaşayacaksın der dururuz karşılıklı...
Beraber aynı pencereden aynı şeyi dikizleriz. 
Bazı gördüklerimiz hakkında konuşmayız. 
Karikatürünü de yapmayız. 
Allah iyiliklerini versin deriz. O verir.

Benim aklım ermez ama onun mutlaka eriyordur, 
hikmetinden sual olunmaz büyüğümdür kendisi. 
Karma adı altında da yorumlanabilecek, karpuz at/tut ekibimdir. 
Ben hayatımdaki bütün karpuzları ona atarım. 
O bazılarını kamyonuma atar, bazılarını da öbür taraftan bana doğru atanın küt kafaya… 
Kendisine bu konudaki güvenim sonsuzdur. 
Hangi golleri yemem, hangi topları kurtarmam, 
hangilerini son saniyede savuşturup 
ve hatta topu kapıp karşı kaleye doğru herkese çalım goool şeklinde kullanmam gerektiğini bana fısıldar. Teknik direktörümdür o benim. İngilizcesi de çok iyidir.

Çoktan buralardan gitmiş olan rol modelimdir. 
Buralar daha dutlukken gelmiş bakmış, 
buraların dutluk bile olamayacağı günleri öngörmüş, 
hadi bana eyvallah demiş çok önce çekip gitmiştir. 
Bana da not bırakmıştır. “Oyalanma” diye…

“Burayı çok yanlış düşündük oğlum, kusura bakma” der bazen bana o… 
“Ayarlayamadık…” 
İyi niyetinden emin olduğum, 
bazen beni unutmasında hiiiiiçbir sakınca olmayan, 
nasıl olsa her istediğimde çat kapı odasından içeri girebildiğim, 
zart diye arayıp “nerdesin lan hayırsız” diye hesap sorabileceğim, 
2-3 dk içinde yine kaldığımız yerden taşağımıza devam edeceğimiz, 
birbirine kırılacak çok sebebi olsa da asla kırılmayan çok iyi dostlarız biz… 
O bok gibi bi dünya yaratmış, bana kısacık bir ömür vermiş 
içine o bok dünyayı sığdırmamı bekliyor, 
ben de beceremiyorum, elime yüzüme bulaştırıyorum, 
yapma dediği şeyleri yapıyorum – bencillik, hırs gibi; 
yapayım diye yarattığı şeyleri de yeterince yapamıyorum galiba – alkol, seks gibi… 
Yani zaten genel olarak kavgalı olmak için çok sebebimiz var da, 
kavga etmemeyi seçiyoruz biz. 
Birbirimizi anlayışla karşılamaya karar vermişiz en başından. 
Seviyoruz çünkü. Sevmişiz bi kere… 
Hayattaki en yakın arkadaşımın benim hakkımda söylediği gibi 
“Artık atsan atılmaaaaz, satsan satılmazsın…” J 
Yakın arkadaşız biz, en "geçmiş olsun, ohoooooo" olanından...

Dua ile haberleşmeyiz. 
Açık konuşuruz. 
Kapalı kapılar ardında değil, herkesin gözü önünde kesişiriz. 
Utanmayız birbirimizden ama çok da övünmeyiz. 
Maalesefli bir boyutu vardır ilişkimizin 
– bula bula bunu buldum noktasında dururuz, tevazu sahipleriyiz.

Asgari müşterek üzerinden bir anlaşmamız var. Mutluluk ve sağlık… 
Geri kalan her şey neşe kaynağımız. 
En önemli ortak özelliğimiz, ikimiz de politik gündemi takip etmeyi sevmeyiz, 
milletin aşk hayatını daha fazla önemseriz. 
Paramızın hesabı yoktur, hesap etmekten nefret ederiz. 
İkimiz de fransızız bu konuda. 
Sayamayacağım kadar çoksa, sayma “çok” de geç, 
“çok” deyip geç ki sayamayacağın kadar çok olsun – les argent! Elimizin kiri. 
O zaten insan eliyle yaratılan şeylerden hazzetmez… Hahaaa ben de. J  
Orada buluşur, orada ayrılırız en temizinden.

Ben sevdiklerimi zamanı gelince ona yollarım, o bana yenilerini yollar.

Kendisinden memnunum genel olarak. İyi çocuktur. Muhabbeti de çok iyidir.

Demlenirken bilirim ki o da bir yerlerde demleniyor filan...

Böyle böyle 30 senedir, yakından tanıdık birbirimizi. 
Alıştık yokken var olmalarımıza, mış gibi yapmalarımıza… 
Şeker Portakalı’nın yetişkinler için olanıyız. 
Ya da Alice Harikalar Diyarında’nın çocuklar için olanı… 
Beni kontrpiyede bırakmaz asla. En çok bu yanını severim bak…  
Çünkü ben onun attığı her topa girmem.... 
Çünkü o, onu dinlemediğim için bana hiç bozulmaz…

Kalbimin sesine hoparlör taktırdım çünkü, bilir. 
“İyi fikir” der olur da sorarsan… 

Onu abartanlar, bi bok sananlar, 
yerlere göklere sığdıramayanlarla ilgili dedikodu yaparız ara sıra, 
“Baba, yalakalarla işim olmaz” der geçer. En çok da buna güleriz.

Çok kitap okuruz biz, tek kitap değil.

Biraz da ondan bu kadar benzeriz.


kendisine ps: abi yine konu döndü dolaştı sana geldi biliyorum kıl oluyosun, bu sefer bi de üzerinden biraz prim yapmış gibi de oldum, valla kusura bakma artık, sen de suratımda 4 tane sivilce çıkardın bu hafta ben de ona bişii demiyorum bak, hadi öperim, akşam konuşuruz yatmadan... dünkü olay için de teşekkür ederim bu arada, çok sağol! ;) - aramızda :)

ortada hiçbişiii yokken sunum yazma sanatı



(bu yazımız istek üzerine kaleme alınmıştır. henüz sırrına erilememiş bir konu olup, bir takım yaklaşım yöntem ve metotları elbette geliştirilmiştir, bize onlardan bahsetmek düşer. ama hepsinin dönüp dolaşıp varacağı yer, havale edileceği mercii, allahın onları bildiği gibi yaptığı o yüce kattır… bu yazıda aradığınızı bulamazsanız, oraya başvurmanızı öneririm.)

Diyorlar ki…
Ortada problem yok – belki var da biz bilmiyoruz. 
Müşteri, “Beklentiniz nedir? Amacınız nedir? İş hedefiniz nedir?" 
"Ee o zaman bugün buraya neden geldiniz?” gibi soruları cevapsız bırakıyor. 
Ya da daha kötüsü, kendince çok güzel cevaplar verdiğini düşünüyor: 
“Çok iyi bir iletişim stratejisi bekliyoruz.” 
“Amacımız 2012 pazarlama planımızı oluşturmak…” (efenim?!?) 
“İş hedefimiz büyük!” 
“Bugün buraya ajansımıza 2012’de hangi ürün ve hizmetlere ağırlık verelim, 
gerçi hangi ürün ve hizmetleri çıkaracağımız belli değil ancak 
yine de hangilerinin reklamlarını yapalım diye sormaya geldik, cevaplarımızı alıp hemen gidicez…” 
– töbeeeee!

Önce bir sakin oluyoruz. 
Önce Allah’a bize bu kadar beleş bir para kazanma kaynağı gönderdiği için çok teşekkür ediyor 
ve bu müşteriyi hemen stratejik danışmanlık kontenjanından aylık fee sözleşmesiyle bağlıyoruz. 
“Biz size hepsini teker teker anlatacağız, hiç merak etmeyin, şuraya bir imza yalnız…” diyerek, 
bi şansımızı deniyoruz.

Ha...
Anadolu’nun bağrından kopup gelen, uyanık tüccar, 
“Ben önce filmimi göriiim” diyorsa, anlaşma fikrimizi boş veriyoruz, 
ve hatta genel olarak boş veriyoruz veeeee 

ver elini yüce batı medeniyeti ve reklamın doğduğu topraklar diyerek, 
bu kategorideki iyi işleri, başarılı şirketleri, tutmuş stratejileri, warc olsun, o olsun bu olsun toparlıyoruz. Memleketimin insanının yaşadığı topraklara en uygun gibi görünenini “ajans önerimiz” olarak paketleyerek, sunumun sonlarına saklıyoruz. – sunum nasıl yazılıyor genel olarak konuşmuştuk, buradaki sunumun hidden agenda’sı, adamı bir şey ister hale getirmektir - anything ama, yeter ki istesin... tatlı tatlı “evet yaa, tam benim istediğim bu işte!” kıvamına getirip, bizim istediğimizi giyinip gitmesini sağlamaktır. – kral çıplak’a benzetirsem çok ayıp olacak, benzetmiyim di mi? Hadi benzetmiyorum.

Ya da… 
Diyelim karşımızdaki, kendinden hiç beklenmeyen bir ekip özünde… 
Kafalar çalışıyor, niyetler iyi ama bu sefer böyle denk gelmiş. 
Kalplerini kırmıyoruz, siz ne biçim pazarlamacısınız, 
size maaşları kim ödüyor bana onun telefonunu verin filan demiyoruz, 
marketing 101’dan konuya giriyoruz. 
Hemen bir araştırma satıyoruz. 
Bizden istemeyi 2-3 kelimeyle de olsa kendilerince başardıkları konuyu yeniden paketleyerek, 
elle tutulur bir amaç edinme çabasına giriyoruz. Misal:

1.  “İletişim stratejinizi planlayabilmek için önce markanızın zaaflarını anlamak için bir araştırma yapalım.” 
/ buradan bilinmezlik, sevilmezlik, ne işe yaradığını anlamamazlık gibi bariyerler bulup (inşallaaaaah!), 
onlara saldıran bir stratejiyi, öğlen tatilinden az önce yazıp ellerine veriyoruz.

2. “İletişim stratejimizi planlayabilmek için önce müşterilerimizin ihtiyaçlarını, sıkıntılarını dinleyelim” 
/ hooop bir araştırma daha…

3. “İletişim stratejimizi planlayabilmek için, CEO’nuzdan bir randevu talep ediyoruz, 
şirketin misyon / vizyon ve vs’lerine göre bir plan yapabilmek için” 
/ bu durum malum… 
bu ekiplerden cacık olmaz patron ne diyo acaba, haberi var mı, kontenjanından izlenen bir stratejidir. 
Çoğu zaman “Ne alakası var?! Nerden çıktı” diyen patronlarla 
ya da bizim patronların “Bence hiç ihtiyacınız yok, şu size yeter” diyerek, 
tepeden sattığı stratejilerle orada o saniye çözülerek hayatımızdan çıkarlar. 
(ve bu yöntem önerilir. 
Kendi patronunuza gidip 
“Kaç gün uğraşıp sunum hazırlayacağım, hiç de bir para kazanmayacağız, 
siz bir gidip konuşsanız, hayır niyetleri yoksa gerek yok 
ama satılable bir an yakalarsanız, XXX strateji onlara yeter, isterseniz kısaca anlatın.” demeniz yeterlidir.)

Şimdi bence epey bir yol aldık. 
Savuşturma stratejilerinden en az biri şu ana kadar işe yaramıştır diye düşünüyorum? 
Ha tabii… 
Bir de şöyle durumlar var. 
En zoru... 

Şirket kocaman. 
Şirketin patronu Allah katında… 
Gazeteler bile hakkında haber yapamıyor.
Hasbelkader bugüne kadar artık tekellikten mi, başka bir sebepten mi 1 koyup 3 almışlar. 
İşler tıkırında yani aslında… 
Sana ihtiyaçları hiç yok.
Ama nedense bir "reklamları gelmiş", senin kapını çalmışlar.
Sen onun için adeta bir hobisin...
Çok methini duyduğu bir restaurant'da yenecek, oraya has bir çorba gibisin...
Çorba 2 lira ama beğenirse sana atacağı para 200.
Hal böyle olunca da...
Senin patronun gözlerinde dolar işaretleri yanıp sönüyor, 
bu yüzden de senin işaret ettiğin “ama olmaz böyle” yangınlarını göremiyor. 
O, şirketi ve ekibi haklı görüyor. 
Bizden yardım isteyen kedi yavruları gibi şefkat duyuyor onlara… 
Onları ancak bizim kurtarabileceğimize inanıyor. 
Yani senin J 
İşte burada savuşturma stratejisi diye bir şey yok. 
Burada 4S kuralı var bebeiim. O sunum yazılacak.... 
(SKE SKE ya da SVE SVE, sen bilirsin, duygusunu sen seç. J)

Peki bu durumda ne yapıcaz? 
Bu durumda, FBI gibi, CIA gibi, MIT gibi, MOSSAD gibi çalışacağız. 
Bu şirketin daha önce temas ettiği ajanslarla, 
o ajanslarda temas ettikleri insanlarla hoş beş ederek, 
tanıdığımızın, tanıdığının, tanıdığı üzerinden patronu olan X Amca’nın hobilerini, 
en sevdiği kitaplar ve müzikleri öğrenerek, 
geçmişte basına ya da yakın çevresine verdiği tüm demeçleri, 
internetin ve kişisel sosyal dairelerimizin (social circles) suyunu çıkarmak suretiyle toparlayarak, 
sattıkları ürünleri ve rakiplerini ajansın raflarına doldurup (aa tanıdık geldi J), küçük parçalarına ayırarak, 
en beğendiği reklam kampanyalarını ve markaları ve hatta burcunu 
ve dahi vergi borcunu öğrenerek…

Ve sonra onlara, müthiş bir keşif yapmışlar gibi bir hisse kapılacakları bir sunum tasarlayarak…

İstiridyenin içindeki inciye doğru nefeslerin tutulduğu 
ve istiridye açıldığında, 
“35 yıldır X için buradayız” sloganının çıktığı 
bir “build-up” yaparak…

İşe yaramazsa beni ara. Dişimi kıracağım J
 - yıl sonu bonusunla bana dondurma ısmarlarsın ya da!

Saygılar!
eskiboşişlertanrısı

26 Eylül 2011 Pazartesi

ne istediniz lan benden??


(bu yazimiz uzun zamandir sormak isteyip de soramadigim 
bu kiymetli sorunun artik nihayet sorulmasi 
ve benle derdi olanlara toplucasindan bir cevap verilmesi icin yazilmistir. 
ve tabii bi de benzer dertten muzdarip olanlarimiza 
belki bi yardimim dokunur diye dusunerek, dolayısıyla abartarak... :)
ha bi de bu yazimizin soyle de bir ozelligi olsun. 
benim derdim olanlar adina bana da yazilmis olsun. 
dolayısıyla bitince bir de o gözle okunsun.
adaletimden de sual olunmaz masallah :))

once sunu soylemek isterim ey benimlederdiolanlar!
insan denen varlik insan denen varliga mecbur degil.
vallahi degil.
bir adada yiyecek, icecek ve sicacak yerle de omur gecer.
tek insan olmasa da olur.
bu sebepten begenmeyenler gitsin her zaman en birinci kuraldir.
(ben begenmedigimde giderim, gittiklerim bilir)

sonra bi de sunu bilin ey benimlederdibiturlubitmeyenler!
gidicem ben buralardan.
siz gitmezseniz zaten ben gidicem.
o yuzden sikinti yok.
rahat olun.
sorun cikarmadan insanin uykusunu kaciracak tuhafliklar yapmadan bi sure durun.
gidin hayatinizi filan yasayin.
bi sure benimle ugrasmadan yasamayi deneyin - bakalim oluyor mu?
dedikodumu yapmayin.
beni incelemeyin dost sohbetlerinde.
size de zarar.
madem dert veriyorum size di mi ama?
hayat bensiz daha guzelse size...
either keep me out of sight or out of mind.

bundan sonraki sozlerim israrla kalanlara...

manyak misiniz?
doktorunuz bu duruma ne diyor?
benim uzerimden yuruttugunuz bir deney filan mi var?
bir tez ispati icin mi beni belli bir mesafeden gozleme tabii tutuyorsunuz?
ara sira arayarak, hafif sapikvari bir cek-birak duzeni tutturdunuz,
gecmiste bir iliskimiz mi oldu?
- iliski derken, sevistik de haberim mi yok?
-- sevistik ve ben gotumu mu dondum akabinde?

ben size bir soz mu verdim de tutamadim?
kim size ne sozler verdi de tutamadi diye bir hesap defteri mi var?
ohoooo... o zaman zaten sizin epey mesainiz var.
ozen departmanindan mi caktigim icin - sizin gosterdiginiz ozene kiyasla?
yoksa eforda mi sinifta kaldigim icin - yine beklenen, sizden gelen efora kiyasla?
iyi niyette mi problem gordunuz? iste orada dur.

toplumsal hafizasi olmayan toplumlarin bireysel hafizasi olur mu ki? tabii ki olmaz.
insan cani ne isterse onu dusunur,
kimi neyle ozdeslestirmek kolayina gelirse o tuzaga dusurulur.
sonra da gecmise donup her seyi yeniden, bu yeni oyuna gore anlamlandirir.
cunku insan gece uykusunda nasil rahat edecekse oyle pozisyon alir.
cunku insanin kendine karsi en buyuk ve tek sorumlulugu kendini mutlu etmektir
- önünü arkasini dusunmeden.

kendi canini incitme, huzurunu kacirma pahasina,
karsi tarafin niyetini gercekten anlama gayretine girenler...
sanirim bu cagda tukenmistir.
gecmisten biriktirdiyseniz, soyu tukenmeden edinebildiyseniz, ne ala, ne mutlu sana...
ama hala pesindeyseniz, bulurum saniyorsaniz, valla taze bitti, kalmadi diyecegiz...
gerci bende var... ve severim paylasmayi... insanlar birleserek cogalir.
bende biriken kalabaliga katilmaya herkes buyursun...
kalanlara eklenmeyi ben de isterim elbet...
bu noktada bir envanter çalışması anlamlı olur, buyrun.

sag bastan kalanlar:
ilk asklariniza birlikte taniklik ettikleriniz...
en buyuk zaaflarinizi gostermekten asla cekinmedikleriniz...
en zayif aninizda dusene bir tekme de benden demeyenleriniz...
hatta etrafiniza siper olanlariniz...
birlikte hata yaptiklariniz...
telafi gucu gelismisler...
unutulsa da bunu sevginin, sayginin bir olcusu saymayanlariniz...
hayatta, cicekte, bocekte ve insanda kusur aramayanlariniz, kusurlari sevenleriniz...
celiskilerinizi ezbere bilenleriniz...
olumde, hastalikta ve mutlulukta bir olduklariniz...
kafasi sizin icin de calisanlar...
kafayi birlikte calistirip, parayi birlikte harcadiklariniz...
benim \ senin demeyen, diyemeyenleriniz...
onca kirginliklara, uzuntulere ragmen, icini bildikleriniz, icimizi bilenler, tahtindan indirmediklerimiz...
bu hayatta ben olmasam bile, o mutlaka olsun diyecekleriniz...
gonlunuzle bir olanlar...
fizandan yetisecekleriniz, yetisemezseniz problem etmeyecekleriniz...
gozyasinizi saklamadiklariniz.
birlikte uyuyup, uyandiklariniz...

sol bastan gule gule gidenler:
hayati oldugundan da karmasik, yordugundan da yorucu,
zaten kisa oldugu halde daha da kisacik yapanlar...
omrumuzu yiyenler...
beklentide sinir tanimayanlar, standartlari goklere koyanlar,
super yuksek esiklerinden etraflarina duvar orenler...
ozursuzler, utanmazlar, pisman olmazlar ve inatcilar
- herkese af olan o kapiyi calmayi kendine yakistiramayanlar...
kulaksiz, kalpsiz ve dokunmasiz kalanlar...
hicbirseyi begenmeyen cunku kendini maalesef cok begenenler...
bazi seyleri begenen ama hayatta hala begenmeyecek bir seyler arayanlar...
yaratilani severim yaratandan oturu'nun gercek manasini cozecek kadar,
henuz o kadar kitap okumamislar...
insani sevmeyi insanla eglenmekle karistiranlar...
uretmeyenler ama tuketenler... kendini, kucuk mutluluklarini, hayatin guzel taraflarini...
yikanlar, yikmaktan yana olanlar, kusmekle, surat asmakla,
ozur beklemekle vakit kaybedenler...
(ozur beklenmemesi ama dilenmesi gereken bir seydir
- en azindan mevlanaya ve dunya uzerindeki basit bir toz parcasi olan bana gore oyle...)

uzaktan saygiyla el salladiklarim:
bu oyundan sikilanlar...
susanlar...
konuyu kapatanlar...
ozurle mozurle derdi olmayanlar...
artik hatirlamayanlar...
artik onemseyemeyenler...
baska bir hayata gecenler...
ve zaten cok mutlu olanlar...
hicbirimize ihtiyaci olmayanlar...

onun disinda...
derdiniz ne sizin?
ne istediniz, istersiniz benden?
birbirinizden?
bazen dusunuyorum da..
hic konusamasak, kelimeler olmasa, dil olmasa daha guzel anlasirmisiz biz insanlar...
mecbur kalirmisiz tokadimizi gostermeye, daha cok opmeye, sarilmaya,
birbirimize siginmaya...
kelimeler hislerimizi golgelemeye devam ediyor.
ve kim her gun en cok kimi dusunuyor, en iyi dualarini kimlere gonderiyor,
hepsi kelimelere dokulunce yanlis anlamlara geliyor.
bitirirken sunu da soylemekte fayda goruyor insan...
en kotu insani bile bir seven vardir, oradan referans almakta da fayda vardir.
yeni bir bakis acisi kazanir insan. birileri en azindan birilerinin evladi, yari, sirdasidir.

sozlerim tutarsizdir ama sevgim tutarli, bir gun elbet bir yerden sasirtir seni...
(irem bunu koy app'e... damardan oldu bu... ;))

23 Eylül 2011 Cuma

losing my religion: powerpointing


(bu yazı yeni işimle beraber gittikçe köreldiğine inandığım büyük yeteneğim ve bu büyük yeteneğimin varoluş sebebi büyük buluş powerpoint'in ruhuna el fatiha için yazılmıştır.)

bir din kaybediyorum.
6 sene, emek emek, ince ince işlediğim, bir sürü hata yapıp, o hatalardan öğrenip, ustalaştığım, kendi standartlarımda allah katına erdiğim bir yeteneğimi, neredeyse başka şekilde iletişim kuramaz, derdimi anlatamaz hale geldiğim - aslında bu konuyu da bir sunumla anlatmayı düşündüm, düşünmedim değil, ama yapamadım, çünkü işte o yeteneğimi kaybediyorum. Napcaz?!?!

Powerpoint tanrılarına sesleniyorum...
Beni affedin.
Yeni işimde, 152 slide'lık sunumlar hazırlamak gerekmiyor.
One-pager diye bir şey girdi hayatıma.
1 sayfada anlat bebeğim diyorlar - özet geç piç'in kurumsal dünyasındayım.
Her slide'ın üzerinde aynı lacivert çizik olmalı.
İnsanların dikkatlerinin dağılmasına ayrılacak vakit yok.
When it's all about proving the business case, they are the biggest bullshit detector.
Sen onu anladın :)
Bak ben de şunu anladım...
Ajanstayken, o çok dinlermiş gibi yapan o adamlar var ya, aslında kibarlarmış çok.
Welcome to nobody cares'mış burası.
Powerpoint, dünyanın en sıradan gereciymiş ve numara yapmaya gerek yokmuş.

Ben de o halde dedim kendi kendime...
Bu gittikçe ölen sanatımı, yeni nesillere aktarmayı kendime bir görev bilmeliyim.
Powerpoint'ler cehenneminde yanmadan önce,
bu günahımı, havarilere devrederek bir miktar olsun sildirmeliyim.

Bu yüzden tüm çekirgeler için yazıyorum.
Ajanstaysanız ve planlamacıysanız, ya da boş laftan çok para kazanan herhangi bir işteyseniz...
This is what you are looking for:
How to powerpoint 101

1. Neyin peşindesin?!
Bu dünya üzerindeki en önemli soru bence...
Herkes kendine bir kere sormalı, hatta her gün, her iş üzerinde...
Her saçma espriyi yapmadan, her manasız efora girmeden önce...
Zaten şunu mümkünse bir çerçeveye koyup, yatak odası duvarlarına asalım, astıralım, her sabah bunu görerek uyanalım, her gece bunu görerek uyuyalım, ya da neyse bir sonraki aksiyon... (:))
"Why & what comes before how!" (O diğer aksiyon için de çok kritik bu bak, dikkat et!)

Powerpoint'de beyaz temiz sayfanı açtın.
Da...
Niye açtın bebeğim.
Amacın ne?
Neyin peşindesin?
:İş olsun diye mi?
Sana yazdığın powerpoint sayısından ya da slide başına para mı veriyorlar?
(veriyorlar mı? bana telefonlarını mesaj atar mısın? çok sağol :))
Dünya üzerinde günde kaç tane powerpoint üretildiğini biliyor musun?
Dünyanın en büyük çöpüne bir tane de sen çöp kattığının farkında mısın????
(KB, MB hesabından en çok yeri bunlar kaplıyor biliyosun!)

Aman yanlız şurada yanılmayalım...
Dersin konusunu sormuyorum ben burada sana...
"Bebek mamalarının Türkiye pazarındaki gelişimi ve fırsatları üzerine..." diye cevap verme bana...
Bana, 2 saat kalkıp nefes tüketeceksin ya, onun sebebini anlat.
Sonunda sana ne olursa aferin ya da aferin iyi bok yedin diyecekler.

Seçeneklerin şunlar olabilir:
- Acayip AKILLI görünmenin peşindeyim - çünkü bunlara akıl lazım, bunlarda yok.
- İnanılmaz BİLGİLİ görünmenin peşindeyim. - çünkü bunlara bilgi lazım, bunlarda yok.
- Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmenin peşindeyim, ŞÜPHE yaratmak için geldim.
- GAZ vermek için buradayım.
- Ortada bir bok yok, BİR BOK VARMIŞ gibi göstermek görevim.
- Birinin ya da bir konunun KUYUSUNU KAZIYORUM.
- GÖZYAŞLARI istiyorum.
- KALP KRİZİ geçirteceğim, kaçırılan fırsatın büyüklüğünü gören bayılacak.
- Uyuyan devi uyandıracağım.
Daha sayıyım mı?
Hiçbiriyle kendini ya da dinleyici kitleni özdeşleştiremedin mi?
Gazete promosyon account'una stajer müşteri temsilcisi arıyorlarmış...
Düşünür müsün? Bence bir düşün...

Next....

2) Kıssadan hissesi aynen bu olan bir MASAL biliyor musun?
Şimdi burada da bir hatırlatma yapalım...
1 - Birinci slide, 2 - İkinci slide değil çekirge.
Aynen yazma. Allah beyin vermiş biliyosun hepimize, bir sebebi var.

Neyse.
Bu şu demek...
Böyle bir masal bilirsen, you have an OUTLINE demektir.
Masal olmaz, hikaye olur, fıkra olur, film olur, şiir olur, birinin başına gelen bir şey olur.
Kıssadan hissesi buysa, izlenen yolun bir kopyası onun içinde vardır.
Stratejisi bellidir.
(Marka, ürün stratejisi demiyorum, laf anlatma, peşine düştüğü şeyi nasıl yakaladığının stratejisi...)

Hemen bir örnekle açıklayalım.
Inception filmini izledin mi?
O film, eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürme filmidir.
Bunun planını yapar.
Adama bir düşünceyi, kendi düşüncesiymiş gibi düşündürtecek diye dünyayı birbirine katar.
İyi film, kötü film tartışmıyorum.

Eğer powerpoint tanrıları senden izleyicinin aklına karpuz kabuğu düşürmek için bu işe kalkışman gerektiğini söyledilerse, o zaman sunumu yazma stratejin, fikirleri tatlı tatlı heriflerin aklına ekmektir. Bu da, konuya, daha ilk slide'dan "Ben, bok gibi bir ajansla çalıştığınızı düşünüyorum şahsen valla, beni seç beni seç beni seç!!" diye girme çocuuuum demektir. Yapılmış olandan daha iyisini yapanların işini, doğrudan bağlamadan göster. Odadakiler kendileri bağlarla onu, sen zahmet etme. Odada oturan CEO'nun daha önce dediği bir lafa refer et, sonra bunun karşılığı olan - güya, işi hatırlat, "siz aslında bunu yaptınız" de gerekirse, takdir et, "ulan ne yapması, yapamamışız işte, nerde benim laf nerede bu iş hakkaten yaa" diye gizli bir aydınlanma yaşasın abi... Kimseye bok atma, kendini gereksiz yüceltme, tuzaklarını kur. Boku da o atar, yüceltmeyi de o yapar, sen rahat ol.

3) Bişeyi bişeye benzetme sanatı
Şimdi bu da, sunumun selameti ve "ee sonra, outline var, yola çıkış, savaşa gidiş sebebi var... sonra?!?" sorusu soran sabırsız, onu da benden bekleyen çekirge için gereklidir. Çekirgeciiiim... - şaka takılıyorum ha :)

Elindeki şeyi, yanı sunumun konusunu, dersin konusunu yani, bir şeye benzetebilirsen, ama çok ters köşe bir şeye, google'da ne search edeceğini de bilirsin, araştırma yapacaksan, sorularını nasıl soracağını da... Bir nevi harita...

Benim senseim, bu konuda beni şoka sokan bir tespit yapmıştı bir zamanlar ve bütün sunumum bu bişeyi bişeye benzetme sanatıyla beraber, sanki yukarıdan bir güç tarafından inanılmaz bir hızla ellerime yazdırılmış ve bitivermişti. Örnek olması açısından paylaşıyorum: Sigorta işi konuşurken ve bu sigorta işiyle ilgili çok "insightful" - tüketiciyi / adamın derdini, en iyi ben anladım, hem de onu doğru anlattım amaçlı bir sunum için hazırlanırken, "Sigorta işi, lastik işi gibidir" demişti. Bende aynı anda 128 tane ampül yanmıştı. O an bir anda, kime ne soracağımı, hangi örneklere bakacağımı, hangi örneklere bakmayacağımı, ne hikayeler anlatacağımı filan hepiciiini bir anda çözüvermiştim. (Sigorta lastik ne alaka diyenleri, sıranın sonuna alıyoruz teşekkürler)

Bu konuda başka bir şey söylemeye gerek var mı? Net miyiz?
Ha.. Belki bir de şu söylenebilir..
Bu bişeyi bişeye benzetme sanatı çerçevesinde, ki bu bir sanattır arkadaş, aman diyim, yiğidin hakkını yemeyin, zekayla, çalışmayla olmaz her zaman, nadir bulunan bir doğal kaynaktır, ne diyodum?!?!
ha... bu sanat çerçevesinde bir de, bişeyi bişeye benzeterek sınırları genişletme ve daraltma pratiği vardır. Bu sanırım biraz daha master seviyesi bir çalışma... Küçük bir örnekle açıklayayım, anlayanlara advanced sertifikası göndereyim diyorum: Bu sigorta işinde, sınırları genişlettiğinde şuraya varırsın bu benzetmeden: "Biz aslında müşterilerimize, bize asla ihtiyaç duymayacakları, bizi asla görmeyecekleri bir dünya kurma işindeyiz." Uzatmıyorum? Anladın? Süper...


4) Ajansa gelmişim, işten bıkmışım, bana bir masal anlat babaaa, 
içinde bütün oyunlarım, kurtla kuzu olsuuuun, şekerle baaaaalll...
Bu ne demek...
Bu, adamı, rakamlara, grafiklere, okunması imkansız, tüketici algı indekslerine boğma demek.
Bu adamı hafiflet demek.
Onu başka bir diyara götür demek.
Inception'dan devam edersek, bir rüya gördüm desin adam...
"Ne güzel bir kız bana bunu anlatan..." "Ne yakışıklı çocuk" desin...
Mesmerization - var mı böyle bi laf? ben dedim oldu.
Bunun için de elimizdeki en güçlü silah ne, hikayeler!
"Hislerime tercüman oldun" dedirtecek,
karşımızdaki adamı kalbinden vuracağını bildiğimiz noktadan hareket eden hikayeler.
Hikayeleri ne için kullanacağız.
Sunuma başlamak için.
Vereceğimiz mesajı, amplify etmek için.
(Ayrı bir başlık olarak, ne mesaj vermek istiyorsun diye yazmıyorum. Artık onu biliyorsun herhalde diye düşünüyorum? Sen bilmiyorsan kreatifler bilmiştir, sana konuyla ilgili bir senaryo, bir ilan vermişlerdir diye varsayıyorum? Di mi?)
Mesajı adamımızın beyninde kocamanlaştırmak için...
Misal, adamımız futboldan anlıyorsa, epik bir futbol hikayesiyle berraklaşan bir mesaj...
Denizlere düşkünse, ucu bir yerden balıklara, okyanuslara dokunan, denizci olmakla açıklanan...
Anneyse, babaysa... Hayattan zevk almayı biliyorsa..
Filmden anlıyorsa.. Müzikten anlıyorsa..

Dersini çalış demek bu.
Adamını iyi çalış, onun kalbine dokunan yeri bil, hikayelerini ona göre seç demek...
Çünkü hikaye çok. Ama doğru hikaye hangisi onu bulmak mööhim.

5) Akıllarda ne kalsın istiyorsun?
Şimdi sunum bitince şöyle şeyler olacak...
Çok uğraşıp yaptığın yemeğin bir anda bitip, tatlı ne var diye sorulması hayvanlığı gibi..
Trafik başlamadan ben kaçayım, çok teşekkürler...
Benim kızı almam lazım, ben çıkayım, görüşürüz...
Şu telefona bakmam şart, daha sonra konuşuruz...
Karnım acıktı çok, şu cookie'lerden kaldı mı?
...gibi gibi...

Bu adamlar hızla dağılacaklar...
Bir sonraki toplantılara, evlerine, yemeklere, gezmelere...
Ama 10 dk ile 3 gün arası bir zamanda bu sunum akıllarına gelecek...
"Noldu lan şimdi / Neydi o" diyecek beyinleri bunlara...
Ne gelsin akıllarına o anda...
En başta niyet ettiğin, peşine düştüğün şeyin yanısıra...

Seçeneklerin şunlar olabilir:
"Just do it... Güzel laf ya.. hakkaten..."
"Whazzupp, hahaaa abi gerçekten komik bak hala gülüyorum"
"We try harder. Gerçekten... ben şahsen aynısını diyorum bizim elemanlara..."
"Toplu alınca ucuz oluyo, her güne bir fırsat sunuluyo... Bayaa iyi bir iş modeli hacı hakkaten..."
Daha saymaya gerek yok...

Bununla ne yapacaksın dersen de şu...
Bu senin sunumun merkezi.
Bu senin sunumunun everest tepesi...
Bütün yollar buna çıkmak, bütün inşaatlar bu yüksekliğe erişmek için yapılmalı o sunumda...
Her slide'ına soracaksın, bu ona nasıl hizmet ediyor.
Bu, onunla ilgili neyi ispat ediyor.

Aklında kalmasını istediğin şeyi yücelteceksin.
Parlatacaksın, cilalayacaksın.
Pedastale'a çıkaracaksın.
Bir an durup, bir adım geri atıp, onu alkışlatacaksın.



İşte böyle çekirgeeeeee....
Zamanla, çok çalışıp, çok daha iyi olacaksın.
Evet....
Ölmekte olan sanatım, "to powerpoint"deki sırlarım bunlardı.
Artık sır değil.
Güle güle kullan...
Pişman değilim.
Hatta arada bazen eğlencesine kullanıyorum, sunum munum yapıyorum.
Hatta isterseniz, sizin için de yapıyorum.
Bana şu adresten ulaşabilirsiniz:
powerpointtanrisi@gmail.com 


Bu yeteneğimin körelmesini kabullenemeyenlerdenseniz, beni kullanın.
Yoksa 2 sene içinde, god of spreadsheets olarak aranıza geri dönerim!
Bir kişiye bir yetenek yeter.
Lütfen destekleyin!


bye.
(:D)















7 Eylül 2011 Çarşamba

herkes sordu: bugüne kadar neden yazmadın? cevap veriyorum: müsait diildim


(bu yazımız, bugüne kadar neden yazmadığımın,
daha doğrusu neden yazdıklarımla insan içine çıkmadığımın kısa bir hikayesidir.
çok metaforik ve de felsefik yazıcam, ona göre hazırlanın, kusuruma bakmayın.)

ben bir kuşum...
harika kanatları olan, gökyüzünde süzülmekte üzerine tanımadığım,
onun bunun tepesine sıçmayan,
çocuklarına yuva yapan, ekmeğini suyunu esirgemeyen,
ne kaf dağında ne yerin dibinde ama tevazu sahibi bir yükselikte salınan
bir kuş ailesinin en büyük çocuğu olarak doğdum.
demek ki ben bir kuşum.
naturlicht.

hayalim bir gün bizimkiler gibi güzelinden uçabilmekti.
- düzeltiyorum.
eşek gibi biliyordum ki herhalde yani onlar gibi ve onlardan bile daha iyi uçacaktım elbet.
sadece o günü beklemek gerekiyordu.
o gün gelecek ve ben kanatlarımı açıp yükselecektim.

o gün hayatımın her evresinde, girdiğim her yeni yaşın senesinde yeniden geldi.
her sene uçtum.
biraz daha yüksekten, biraz daha akrobatça, biraz daha olgun...
her sene kanatlarım biraz daha güçlendi, gelişti...
uçmayı öğretir bile oldum.
kardeşime, küçüklerime, beraber uçasım olanlara, o da uçmalı mutlaka dediklerime...
paylaştıkça kanatlarım güzelleşti...
kanatlarımla beraber ben güzelleştim.
kendime inandım.
hayat, bi insanın kendisine inanması kadar basittir, bulmacası orada çözülür, bütün fiyakası orada bozulur sandım.

uçmak bence, acayip doğal bir olaydı. insan uçardı.
uçtuğum için kimseden özür dilemedim, hiç pişman olmadım, kimseye bir zarar verebileceğime inanmadım.
hatta...
bu dünyayı uçmak kurtaracak bile sandım. :)

sonra bir gün yuvadan uçtum...
güvenli, korunaklı, kötülere kapalı, "daha küçük o" kontenjanından sayıldığım,
fasülye bebesi halimden büyüdüm.
babamla annem kapıyı açtılar ve arkamdan el salladılar.
çok iyi uçtuğum için, herıld yani of course, hemen vardım.
"orman"a... (in english, the jungle)

ormandaki en yüksek ağacın - bana o yakışır :), en alttaki dalına çıktım. - daha küçüğüz, nasıl olsa tepelere uçarız diyerekten -
yukarı baktım...
üst dallarda oturanlar vardı. abilerim, ablalarım.
"burada durabilir miyim" dedim. bakmadılar...
ben duymadılar, çok meşguller, büyük adamlar onlar sandım, umursamadılar sanar mıyım? :)

ağacın en üst dallarının etrafında uçan,
gerçi gözüme güneş girdiğinden tam olarak uçup uçmadıklarını da tam anlayamadığım,
ama yine ışıktan olsa gerek gözlerimi kamaştıran bu unidentified but probably flying people'a hayran kaldım.
"onlar gibi olcam, ne var ki lan, daha iyisi bile olurum ben" dedim.
bir gün, herkesin gözüne görünen bir dalın ucuna kadar gittim.
baktım herkes bakıyor, açtım kanatlarımı...
tammm uçmak üzere ayaklarımı yerden kaldırdım...

ki...

ensemden enik gibi tuttu biri afedersiniz.
"noluyo lan" dedi bana...
bismillaaaa..
daha önce hiç böyle muamele görmemiş ben, küçük kuş, bi afalladım.
salakladım.
"o kanatlar öyle açılmaz" dedi.
içimden, "koçum ne alakası var, kanat bu, açılıyo işte, elimde mi?!" diyorum...
"o kanatlar neden o renk" diyor.
yine içimden "hayırlısıı, renginden kime ne?! hacı renk mühim miydi yaw" diyorum...
aklımı mı okuyor nedir, cinli, töbee,,, "kanatların boyu 14 cm'i geçmeyecek" diyor.
şaşkınlıkta dünya rekorları kırıyorum, haberin yok!

ama bunun akbaba görüntüsünü, küçükken kabuslarımdan bir yerden kesin hatırlıyorum herhalde ki..
korkuyorum, hiçbişeyi dışımdan diyemiyorum.
gözümü diktim bekliyorum o paşam bi açsın kanatlarını bi uçsun, boyunu görelim, biz de arkadaş öğrenelim.
yok uçmuyor.
yanındakine diyor ki, "biz uçmayız. biz uçururuz."
vardır bi hikmeti, sual olunmaz diyip, susuyorum.

ama deniyorum.
her gün yeniden bi kanat açma çabasına giriyorum.
şöyle açınca, burdan açınca, amuda kalkıp açınca, gözünü yumup ağzını açınca filan derken..
arkadaş her hareketimiz faul.
resmen uçmak yasak!
gidiyoruz konuşuyoruz.
"uçmak yasak mı babacım bu ormanda??" diye soruyoruz - kibar.
kibarız çünkü, allah baba olduğuna dair dedikodular duyuyoruz.
ağaç onun tamam onu biliyoduk da bak sen görüyo musun mubarek de bi insanmış endişesi bizi yiyor tabii.
en güzeli ne biliyo musun? :)
cevap alamıyoruz. :)))
sorulan sorulara cevap vermeyen, uçmayan ama uçurtmayan da, haşa ne diyosun terbiyesiz kablinden bi kuşbeyinliye çatmışız iyi mi...
neticede hepimiz kuşuz, o büyüğümüz, o, en bi "kuş"umuz.

anamı arıyorum, babama soruyorum.,
yok böylesini görmedik, duymadık, sen hangi ormandasın evladım, yanlış mı gittin, dön diyorlar.
yok diyorum.
muzafferat peşindeyim, pes etmem.
iyi insan yaa diyorum.
valla özünde çok iyi insan...
dur bi gidiyim, yanından uçayım...
"abi ben geldim bak sana yeni uçmalar biriktirdim, bi gösteriyim?"
yoook!

sopa çıktı şimdi bi de.
tepene iniyor.
ama görünmez, kutsal sopa.
önce çenenin altına giriyor, mağrur yüzünü yerden kaldırıyor, "sen iyisiiiin" derken, sen kanatları açmaya kalkıyorsun...
daaaan... sopa tepene iniyor.

derken derken...
bu kuşun görmediği dallarda uçma çalışmalarım başladı.
gizli gizli.
undercover flyer.
tabi yakalanmamak mümkün mü :)
olsun. başka görenler oldu uçtuğumu.
çok iyi uçuyosun koçum dediler.
vayy dediler.
para verelim? dediler.
algılarım şaştı.
doktora gittim sonra.
"reality distortion" teşhisi kondu bana.
ne bilir misin?
gerçeklik ayarlarımla oynanmış.
uçmak bilirken, bilemez olmuşum.
ben her şeyi yanlış biliyorum galiba olmuşum.
hatta...
ben bu kanatları birinden mi çaldım acaba olmuşum...

zaten kanatlar da paslanmış o ara.
açıyorum, uçuyorum belki ama içime sinmiyor.
(şarkı var çok içli, içime sinmiyor diye...)
o dönem bi içli şarkı da ben bestelesem hit olurdu. yapmadım.
uçamadığım için, uçmayı bilmemekle suçlandığım için, uçmak ne haddime olduğu için...
şarkı da yapamadım.
şiir de yazamadım.
e blog da :)

sonra o ağacı bıraktım.
içime ektiği korkularla beraber.
önce eve döndüm.
sonra başka bir ormana...

şimdi uçuyorum.
normal.
herkes gibi.
herkesin hakkı olduğu kadar.
herkesin istese yapabileceği şekil.
şarkı da besteledim inanmazsın., ama onu daha saklıyorum.
bu durumda, blog da yazarım dedim, yazdım saklamadım, yayımladım.

ve nihayet başladım.
ve ne gördüm? :)
uçmayı epey biliyormuşum ben oğlum. hem de hiç ama hiç unutmamışım :)

ps: sizi uçurtmayan ipnelerin gölgesinde yaşamayın, ağacına oturmayın. bu da kıssadan hisse.






6 Eylül 2011 Salı

en iyi bildiğim konu: bi insanı sevmek!

(bu yazımız, her gün birbirinin kalbini, gururunu, onurunu, hassas duygularını inciten "ben insan sevmiyorum ki zaten" diye işin içinden çıkan öküzoğluöküzler için yazılmıştır. bana sevmeyi öğreten, birlikte öğrendiğim, çok sevip çok sevildiğim "benden" olan herkese de tercüman olsun.)

Zaman kaybediyoruz.
(Ve kaybedilen zaman zulümdür.)
Kısacık ömrümüzde bize verilen azıcık vakti göz göre göre boşa harcıyoruz.
Seviyoruz zannederek.
Seviliyoruz zannederek.
Seviyorum sanıyorlar diye şişinerek...
Nefretimi de hiç çaktırmıyorum, ne politiğimmm hohooytt diye övünerek...

Felsefesini, metodunu yazmakta da üstümüze yok...
Bir vakit kaybı da buralarda...
"Kimse kimseyi sevmek zorunda değil kardeşim!" palavralarıyla...
"Senden nefret ediyorum ama fikrini savunma hakkını sonuna kadar savunurum" uydurmalarıyla...
"Severim, iyi çocuktur" atıp, tutmalarıyla...
Çünkü bunların hiçbiri insan sevmek departmanında bir arpa boyu yol aldırmıyor insana...
"Bi insanı sevmekle" başlayacak olan şeylere de bir türlü başlayamıyoruz bu baabda!

Hayatımız, sevmemek, incitmek için bahaneler, üst kapamalar, kamuflajlar icat etmekle geçiyor.
Oysa her birinin altında hiddet, şiddet, kan, revan gizli.
Öperken, sikerim gizli.
"Ben şimdi şurda iki tane iyi laf edeyim de, sonra yediğim bokları bununla sıvarım" anlayışı gizli.
Gizli değil, apaçık. Görmeyenlere yuh olsun.

Bence bunların hiçbiri yok. Null!
İnsan sevmenin üç tane, çıplak gözle görünmeyen belirtisi var.
Adam olanda bu üç feature beraber gelir...
Adamın sevgili versiyonunda, patron versiyonunda, arkadaş dost versiyonunda...
Bu üç şey, sende de varsa, senin için de varsa, zamanın boşuna kaybolmuyor demektir.
Hele ki insanlarla, insanlar etrafında ve insanlar hakkında...

1. ÖZEN
Özensiz adam gözünün içine bakmayan adamdır. Özensiz yönetici, götünü dönüp giden, "yanlız götünüzü döndünüz, bana ayıp oldu" dediğinde, "dönerim dönerim sana mı soracam" diyen, der gibi bakan aşağılık adamdır. Özensiz komşu, yan tarafta adam kadını dayaktan öldürürken kapısını kapatıp, "aman bana ne" diyen salaktır - salaktır çünkü mutlaka biri de onu dövecektir - ben!, o, onu bilmemektedir.

Birini seviyorsan, azıcık umursuyorsan, onun gözünün içine bakarsın. Tam olarak ağzından çıkmadan söylemeye çalıştığı şeyi duymaya çalışırsın. Ki aman istemeden üzmeyesin, üzüleceği bariz bir durum varsa, onun önüne geçebilesin. Özen, attığın adım boka mı denk gelecek, çukura mı diye bakarak yürümek demektir. Götünün çapını bilmek, bir yerleri devireceği varsa da bunu sezmek, en azından "Çok affedersiniz" diyerek sinemadaki o daracık koltuk aralarından yürümek demektir. Çok da zor değildir. Bunun bu kadarını yapmıyorlarsa, yapmıyorsan, siktirip gitmen gerektir, şarttır.

Özen, ağzının ne kadar iyi laf yaptığına bakmaz.
Özen, kelimelerle olmaz.
Gözlerle, ellerle, söylenmeyen şeylerle olur.
Kelimeler belki, en fazla, özeni saklandığı yerden çıkarmak için gerekir.

2. EFOR
Her şey gibi, bunun da bir sırası var elbet. Özen yoksa, efor vardır, olmalıdır. Diyelim ki sevdiğini iyi bilen, iddia eden, zanneden arkadaş kör. Ya da bilumum uzuvları bu "özen" sporunu yapabilmesine engel teşkil eder derecede özürlü. Ne biliim küçükken çok dayak yemiş mesela, babası kişilik haklarına tecavüz etmiş, sakatlamışlar bunu sevecek yerlerinden... 3 yaşından beri sadece allaha inananlar ve namaz kılanlar iyidir, gerisi gerizekalıdır, ölsün onlar şeklinde oyunlar oynatılmış kendisine. Olabilir. Yazık.

Ama sonuçta insan büyüyor değil mi? Okullara filan gidiyor, diğer insanların arasına karışıyor. Bu noktada efor'a bakıyoruz. Öğrenme isteğine, hevesine, araştırmacı gazeteciliğine göre karar veriyoruz. Kendisine yöneltilen eleştirilere, hakkında dönen "çok kötü bi insan bu" dedikodularına bir dönüp bakmış mı, "acaba bende bir sorun olabilir mi?" diye bir an durmuş düşünmüş mü, yakın çevresindeki dalkavukların ötesine geçip tarafsız bir fikir sormuş mu, iki tane ilaç içmeyi, bi doktora görünmeyi akıl etmiş mi... Ya da çok basit, bir seferlik bir öküzlük söz konusuysa, dönüp, gerçekten, vaziyetin vehametini ve yediği bokun büyüklüğünü anlayıp, içten, kalpten, mideden gelen bir "ya valla büyük ayılık ettim, çok özür dilerim" demiş mi? Hadi kendi de fark edememiş olsun, karşısına geçip "bir karış surat" pankartı açanlara "hayırdır birader, hangi tavuğuna kışt dedim, derdin ne senin" diye sormak suretiyle bir el vermiş mi? O eforu, o çabayı sarfetmiş mi? Bu uğurda kaç kalori yakmış... Bu alanda da sınıfta mı kalınmış? - Öyleyse artık bişey demiyoruz. Gülüyoruz... :)

Efor, koşulacak ekstra mille alakalıdır.
100 metreyi, bitirdikten sonra, içine sinmediği için
50 metre daha koşarak 100 metreden saymak gibidir.
Efor, kas gücü gerektirir.
Yalnızca para ve kelimelerle sarf ediliyorsa eksiktir.
Benim bugüne kadar gördüğüm en kayda değer efor;
uyuyan, arkasını dönüp giden, uzaklara kaçanın ardından,
asla bilmeyecek, görmeyecek bile olsa yüzünü döken,
kırdığının peşine değil, çare peşine düşendir.

3. İYİ NİYET
Burada manipülasyon vardır.
Spekülasyon vardır.
Fraud vardır.
Bu noktada yalan, dolan, riya, aldatmaca çoktur.
Ama son çaredir, aranması şarttır.

Özen gösterme özürlüsü, efor sarf edemeyecek şekilde hem dilsiz, hem sağır, hem kör olan ruhlarda iyi niyet aranır! Ama bunun formülü aranmaz. Tecrübe şart! Annelerin hep dua ettiği gibi, "Allah iyi insanlarla karşılaştırsın" - ne kadar çok iyi insan, o kadar çok iyi niyet tecrübesi.

Örnek mi lazım? Al:
Üç kuruşun hesabını yapanlar iyi niyetli olamazlar. Üç kuruşu bırak, "al şu milyonları harca gülüm" diyen adamda da iyi niyet olamaz. Bunu yaşamışsan bilirsin. Maaşını artırmayan, açıktan para teklif eden patron iyi niyetli olabilir mi? Tebrik ederim, doğru cevap. (Böyle işte koçum, yaşaya yaşaya... Biz de buralara kolay gelmedik.)

İyi niyet, kötü günden ziyade iyi günde belli olur. Kötü günde yardıma koşmak çok mühimdir de, iyi niyetli insan birlikte sevinebildiğin, hasedinden çatır çatır çatlamadan seninle beraber gülebilen, eğlenebilen insandır. Seninle gerçekten gurur duyuyorsa mesela, tamamdır. Bir de niyetsizler vardır. İşte onlar yalancıdır.

İyi niyetin olmadığı yerde, yapılan kötülüklere bir sebep bulamazsın. Evet, sebepli kötülükler de vardır, onlar iyidir diye değil. Ama kötülüğe sebep bulamadığın, "bu nasıl döndü de bana girdi?!?" diye düşündüğün durumda, bu dediğimi hatırla. Olayın kötü niyetten kaynaklandığını fark ettiğinde rahatla. Ve o insanla, o konuyla ilgili vakit kaybetmeyi o saniye bırak. Ajda'nın da dediği gibi, "arkanı dön ve çık" bebeğim, bırak çık.

Ben bıraktım.
Hayattaki en kuvvetli silahım bırakmak, en iyi bildiğim konu insan sevmektir.
Sevemeyen, beceremeyenlere Bilgi Üniversitesi 2012 sezonunda atelye açacam.
Gelirlerse, efordan ötürü tebrik edicem.
Katılmayanları geceleri uykularında avlayacam.
Benim adım vicdan ve delirttiniz lan beni!


5 Eylül 2011 Pazartesi

tatil aydınlanması: sinir bende zeka yapıyor.

evet tatilden döndüm ve tabii ki yine çok sinirliyim.
düşün düşün boktur işin kontenjanından
akdenizin serin ve derin sularında yüzerken, balıklarla kol kola, masmavi, laplaci... ben dinlenemiyorum arkadaş. beynimin içindeki o ses susmuyor. "ben niye buralarda yaşamıyorum, ben niye eşek gibi çalışıyorum, ben kimin için çalışıyorum, niye bu insanları manyakları çekiyorum, bugüne kadar neden çektim ettim" derken, yorgun düştüm. nefeslerim daraldı, o sularda az kaldı boğuluyodum.

nitekim bi takım kararlar aldım.
sigarayı bıraktım önce. bu nefes daralması biraz da ondan...
neyse.

asıl önemli kararlara gelelim.
yeni web düzeni bunu gerektirdiğinden de 1'den başlayarak listeleyelim:

1. manyaklarla uğraşameyceeem
zaten uğraşamıyorum da karar verdim bugüne kadar plansız ve dağınık şekilde sürdürdüğüm mücadelemi daha planlı ve kararlı bir seviyeye taşıyacağım. Ayrıca tek bir stratejiyle ilerleyeceğim, manyaklar karşısında sofistike ve komplike olmanın bir manası yok, net olacaksın. Netim ben de. Stratejimizin adı ATIŞ. KIÇINA TEKME. İnsan olmayı mı beceremiyor, hayatından at gitsin. Masada oturmayı mı bilmiyor, kaldır masandan gitsin başka yerde yesin. Ben ben diye yırtınmaktan boğazı mı tahriş oluyor, duyma menzilinden çıkar gitsin. O çıkmıyor mu, sen dön arkanı uzaklaş. Oh yaa.. Kavga yok, sinir yapıp içine atmalar yok. Acaba ben mi bi yerde hata yapıyorum diye salaklaşmalara son. Biraz sabrediyim ben geçer demelerle nereye kadar? Manyaklarla uğraşmeyceeem. Sistematik olarak hayatımdan, ortamımdan atıyorum bundan sonra. (Atılırsanız, bilin ki manyakmışınız. yapcak bişey yok, ben manyaktan anlarım.)

2. zevk verenle zevk vermeyeni ayır!
yeni bir din yaratıyomuşum da bu da ilk emirmiş gibi oldu ama bak arkadaş çok mühim. sularda balıklarla yüzerken fark ettim önemini. mesela, sigara. ben zevk almıyorum bu meretten. ama içiyorum. salak mıyım ben? şort. sevmiyorum ben şort. ama giyiyorum, aldım bi tane. neden? bu sene moda.. yazık o paralara. klima. sevmiyorum. taktırmayacam. o serinlik bana zevk vermiyor arkadaş. spor. seviyorum. bayılıyorum. ama yapmıyorum. neden? reklam.. nefret ediyodum bak bıraktım. haberlerden, gündemden, politikadan iğreniyorum. takip etmeyecem. etmiyorum zaten. buna üzülemeyecem. makyaj.. tiskiniyorum. o kadar çok var ki. bak bi büyüğüm zamanında demişti ki, zevk sahibi insan medeni insandır. zevk sahibi insan, ne istemediğini iyi bilen insandır. insanlık için bu küçük ama benim için büyük olan bu adımı da ancak 30 yaşında attım ya... iyi gene.

3. hacı, bu işin içinden nasıl çıkacağımıza bakalım...
çalış çalış nereye kadar. uslu çocuk olup kendimi yıllardır, kariyer, işinde yükselme, şirketinde sevilip, daha çok para kazanma, daha çok işe yarama gibi masallarla kandırdım. ama bunlar hep haticesel konular. neticesel değil. şopenhavır'ın da dediği gibi, insan arzularının esiri, doymayan, zavallı, doymadığı için acı çekmeye mahkum, bir an önce intihar etmesi gereken bir yazık mahluk. arzuların doğru plasmanı belki bi yere vardırır bizi diyorum. yeni arzum şudur bu durumda: allahım para için çalışmadığım günler göster bana! işin içinden çıkış böyle mümkün hacı. patates yetiştirme, beraber topraktan cevize girme, allahın unuttuğu bi yerde kitap okuyarak yaşama tekliflerine bu minvalde açığım. daha önce de duyurduğum gibi, bu şekilde bir hayatın toplumu da ileriye götüreceğine inanıyorum. bu bakımdan rahatlıkla bir kurumsal sosyal sorumluluk projesi adayıyım. parayı napacağını bilemeyen toplum severlere selam ederim.

4. değişim için efora varım, yoksa kanepedeyim ben annem, kaldırmayın.
yine serin ve derin sularda, karagöz, kefal ve orfozlar arasında yüzerken düşündüm bunu... tembellik hakkı yanlış anlaşılıyor bak. o iş öyle yan gel yatıştan ibaret değil aslında. bir sürü çark var bu a.q. hayatta ve bi sürüsü de safraya dönüyor. işte ben onlara yokum arkadaş. boşa dönen çarklara iş olsun diye omuz vermeler yok. google gibiyiz bundan sonra. ne faydası var arkadaş insanlığa, dolaylı ya da dolaysız, bana ne faydası var. varsa varım. yoksa yoğğğum. kanepedeyim ben. manasız raporlar hazırlayacağıma, bi tanesi o işi o dilde anlıyor diye onu ona çevirmekle uğraşacağıma ahir ömrümde 47. kez sweet november seyreder ağlarım daha iyi. ha, dünyayı değiştiriyoruz deyin, malı mülkü satar gelirim.

5. mutlu eş, mutlu iş, mutlu arkadaş
hayattaki bütün parametreleri buna indirgedim. mutluluk. kendinden mutlu olmayan ne ortamdan, ne insandan, ne kediden, ne köpekten hayır gelmez arkadaş. mutlu hayat için kendinden mutlu olanlarla takılmaca. mutlu, neşeli bi herif buldun mu bırakmayacaksın - bkz ben, onca erkek arkadaş tanıdım, nihayet kendinden mutlusunu buldum çok şükür, neşeli iş yeri ve iş arkadaşları çok önemli, milletin kahrını çekmeye gelmedik di mi bu hayata? ben gelmedim, seni bilemem. mutlu arkadaş keza çok kritik. kaprisi yoktur, aradın, aramadın, çağırmadın diye hesap tutmaz. eğlenmeye bakar seninle, mutlu olmaya bakar. kötü günlerimizde bunlar yanımızda olur mu dersin dediğini duydum. olur merak etme. mutluluktan olagelen dostluk, aşk tadından yenmez, sen dinle beni.

5 yeter bence. bi tatil için alınan kararlar silsilesi olarak.
demek ki neymiş.
manyaklar dışarı. sigara dışarı. zevk vermeyen şeylere aldanmacalara son.
para için çalışmadığımız günlere doğru, sadece bi şeyleri değiştireceksek görüşelim.
bi de mutsuz adam, mutsuz kadın, mutsuz ortam istemezüük.

çok net oldu hayatım şu an.
çok yönetilebilir oldu.
komutları aldım, feedback için ararım, öptüm baaay.

Ne zaman adam oluruz?

Ne zaman adam oluruz? Bu düzenin sırrına erenler toprağı ekmek üzere özlerine döndüğünde...

Kapitalizmin dayattığı aşırı geniş sınırlar içinde bir özgürlük oyunu oynuyoruz. Sınırlar geniş olmasına geniş de, sınıra dayandığında karşılaştığın muamele çok ağır. Foucault’un hapishanesi gibi, kaçmaya çalışmadığın sürece hapiste olduğunu hissetmezsin bile... Sabahları işe, akşamları eve, kaçırılmayacak filmlere, doğumgünlerine, düğünlere, derneklere, otopark kapmak için erkenden, trafik yüzünden geç kalarak... Gidiyoruz – Geliyoruz. Canımızın istediği her yere gidip – gelmek serbest. Gittiğimiz – geldiğimiz sürece, oyuna devam ettiğimiz sürece, her sabah yeniden, aynı deney labirentinin aynı noktasından aynı peynirin peşinden koşmak üzere hazır ve nazır olduğumuz sürece sorun yok. Tasmamızın ipi uzun tutulmuş, nasıl olsa farketmiyoruz. Şarkıda da denildiği gibi, tatlı tatlı telkin ediliyoruz: “ben gelemem, ama sen git biraz dolaş...”

Modern köleliğin tanımını bilir misiniz? Sahibine yük olmayan, yaşamsal ihtiyaçlarını kendisi karşılayan, kendi parasını kazandığı için kimseye köle olmadığına inanan, maliyeti çok daha düşük elemanlar demek... Kentlerde yaşayan, konserve kutusu şeklinde tasarlanmış lüks sitelerde balıklar misali takılan, aynı arabalara binip, aynı kıyafetlerle, benzer davetlerde görülen, kendisi için yapabildiği bütün gelecek planları daha fazla mecbur kalmak, daha fena köşeye sıkışmak şeklinde olan – bkz. Evlilik, bkz. Çocuk, bkz. Kendi işim, bkz. Kendi evim; bir zavallı adam... Hangimiz o adam değiliz? Hangimizin hayatının bir sahibi yok? Anneler, babalar, kardeşler, karılar, kocalar, çocuklar, patronlar... Büyük bütçeler, büyük yatırımlar yönetsen, kocaman arabalara binip, kalın kalın kitaplar da okusan, banka hesabın her gün şişiyor bile olsa, hanene asıl yazılan artı nedir? Mecburiyetler. Kapitalizm iyi yere dükkan açmış. Bunları başarı sayan ve doğayla arasındaki ilişkiyi ne yazık ki unutan, beton zihinli, mermer kafalı insanlık bu oyun için biçilmiş kaftan...

Peki ne yapmak lazım? Bu düzeni bozmak nasıl mümkün? Hele ki bu düzen, hepimizi etkisiz elemanlaştırıyor, her iki kişiden birinin istemediği bir iktidara muhalefet yaratmamızın önünde dağ gibi duruyorsa, ne yapacağız? İktidar ister AKP olsun, ister TKP, yarımız kin kusarken, yarımız halaylarla seviniyorsa, bu topraklar rengini yitirmiş demektir. Bunun adı alternatifsiz mecburiyetler cumhuriyeti. Tek bildiğimiz ya ak ya bok. Grilerimiz vardı? Kalmadı... Grilere nasıl döneriz? Bizi köşeye sıkıştıran bu düzenin sonucunda tepemize diktiğimiz her türlü mecburiyeti, kendi silahıyla nasıl vururuz?

Ben oynamıyorum diyebilmek gerek...
Bu düzenin sırrına erenlerin acilen özlerine dönüp, yeniden toprağı ekmeleri gerek. Bodruma gidip domates yetiştirmek de buna dahildir. Rant kavgasını bitirmek, Kürt ya da Türk, Musevi ya da Müslüman olup olmamanın manasını yok etmek, kadrolaşmalar yüzünden işimizi halledememek ya da fikrimizle cezaevlerinde çürümemek için bu sistemin dayattığı farzlarla vedalaşmak gerek. Networking yapmanın gerek olmadığı, kariyerin anlamsızlaştığı, nikaha boyun eğmeyen, çocuk yapmayı matah görmeyen, sadece toprağı eken insan oğlunun o ilk haline geri dönmek gerek...

Eğer bu ülkenin kafası biraz çalışan, bu düzenin içinde yeterince düzülmüş ve düzlüğe çıkmanın asla mümkün olamadığını görmüş bir avuç insanı varsa, kaldıysa, acilen Anadolu’nun muhtelif yerlerinde kendilerine araziler alıp, işleri güçleri bırakıp, yeniden toprakla yaşamayı, topraktan yaşamayı öğrenmeye başlamaları şart.

Cehalet, kendini cahil görmeyenlerin hep birlikte uzak bir şehre taşınmasıyla başladı. Sınır köylerine giden öğretmenimiz yok. Birbiriyle konuşmayan üretenler ve tüketenler çağındayız. Akıl tutulması yaşanıyor çünkü akıllar köleliğe harcanıyor. 1 milyon vaziyete aymış, iyi niyetli adam, Anadolu’dan baştan başlasa, Anadolu baştan var olur. Aklımız varsa modern köleliğe kapılmayalım. Bir küçük kasabada balık tutalım, kiraz toplayalım. Belki komşunun okula bile gidemeyen çocukları akşam bize oturmaya gelir. Çay yaparız. Onlar bize kıtlama içmeyi öğretir. Biz de onlara Sineklerin Tanrısı’nı okuruz. Açıklamalı...

Ancak böyle adam oluruz, yoksa üç taraflı denizlerle çevrili ülkemin her kıyısından denize dökülürüz.