26 Ekim 2011 Çarşamba

"Can suyu"



(bu yazımız, bu yazı yazılmazsa diğerleri yayınlanamayacağı için yazılmıştır. 
söylenecek bütün diğer sözleri, 
sokulacak bütün diğer lafları manasız ve kifayetsiz kıldığı için 
bu yazının yazılmasına mecbur kalınmıştır. 
bu yazımız hiç de bi kere kendimiz için yazılmamıştır… 
çok şükür bizim bu yazıdan öğreneceğimiz yeni bi şey yoktur. 
övüneceğimiz de bir şey yoktur ve ona da şükürdür…
umudumuz, belki içinizden birinin hala öğreneceği bir şey 
ya da dönüp öğretmeye değer bulacağı bir şey vardır. 
Tekrar etmek gerekirse bu yazımız kendimiz için yazılmamıştır… 
biz marka değil, şirket değil, ünlü değil, affedersin bir bok değiliz. 
Biz bu hayatta var olma hakkını hak etmeye çalışan, 
şu hak etme mevzuuna fazlasıyla takık, 
ne yazık ki böyle yetiştirilmiş, 
kendi üzerine çok giden kullardanız, 
hassas ruhlardanız, suçumuz olacaksa bu olsun)

Siz Van Gölü’nde hiç yüzmemiş olabilirsiniz… 
Oranın sodalı suyuna girmesinin ne kadar kolay, 
çıkmasının, vücudunuzda bıraktığı kayganlık ve kayalarda yarattığı yumuşaklık sebebiyle 
ne kadar zor olduğunu bilmiyor olabilirsiniz… 
O gölde, suyun hemen üzerinde en alçaktan, 
dünyanın en mavi, 
çocukların boyadığı kadar parlak renkli yusufçuklarının uçtuğunu görmemiş olabilirsiniz… 
Siz Van’a hiç gitmemiş olabilirsiniz. 
Bu sizin suçunuz değil.

Size muhtemelen 8 yaşındaki bir çocuk, merdivenlere oturup, 
anlayamadığı için tam anlatamadığı bir şekilde, 
bir gün ansızın bütün bir köy olarak eski bir belediye otobüsüne zorla bindirilip, 
balık istifi 18 saat yolculuktan sonra, 
otobüsten indiğinde sağ bacağını ve sağ kolunu kıpırdatamadığını fark ettiğini de hiç anlatmamıştır. Muhtemelen, siz, çocuğun anlatırkenki naifliğinden utanıp, 
gözyaşlarınızı nereye akıtacağınızı da bilememekten, 
sesinizin tamamen kısılması gibi tuhaf bir takip eden 24 saat de yaşamamışsınızdır. 
Hatta hayat bu ya, nereden denk gelecek size, 
bu çocuğun kendine has komikliğiyle sizin ensenize vurup, 
“Hop Abla noluyo yaaa, senin koluna bacağına olmadı ya, abartma”
diye dürtmesine de şahit olmamışsınızdır
– olayların sizin dışınızda geliştiğine emin olduğunuz bir uzaylı mesafesine eriştiğiniz için 
şahitliktir orada olan… yaşanmışlık değil artık…

Şu da olmamıştır size muhtemelen… 
Kutu kutu bakliyatla, utana sıkıla, ben kimim ki kime yardım ediyorum olmamışlığıyla, 
erzak yardımına gittiğiniz ve sizi temin ederim, 
şehir bölge planlamacı olmaya gerek yok,
dünya üzerinde 1 tane ev yıkma hakkı verseler 
kesinlikle yıkacağınız ev aha bu diyeceğim  bir evde yaşayan 
– virajı alamayan herhangi bir araba bu eve girer ve bu evi yıkar çünkü ev öyle bir yol ortasında; 
o dünya şekeri aileye misafir olup, 
bütün gelen bakliyatı
size muhteşem bir ayran aşına dönüştüren kadına inanamamışlığınız da olmamıştır…

Belki gerçek aşkı kendi çocuğunuzda nihayet tatmış 
ya da gerçek aşkın gerçek manasına onunla ulaşmışsınızdır… 
Ama “sesinde volkanlar patlayan”, “tevazusuyla alçak uçup” 
ismi gibi, ayağının bastığı yeri titretmesi gibi, 
“bu topraktan yükselen” bir çocukla hiç tanışmamışsınızdır. 
“Bir çocuk sevdim uzaklarda” şarkısının 
hayatınızda herhangi bir manaya gelmiyor olmasını benim anlamam mümkün… 
Siz muhtemelen benim o şarkıda neden hep ağladığımı hiç anlamamışsınızdır.

Siz belki, inci kefallerinin atladığı suya kafanızı sokup, 
o toprakların dondurucu soğuğuyla hiç tanışmamışsınızdır – karpuzları çatır çatır çatlatan… 
(ben ilk brain freeze'imi hayır smoothie ile değil, o nehirle yaşadım!)
7 dil konuşan, 7 yaşındaki kale rehberleriyle ahbap olmamışsınızdır. 
Ahbap olsak yine iyi… Abone olduk! 
Ne dense tersini yapan, tuvaletini bile inadına tuvalete yapmayan, 
üstüne bir şey giymeyi de reddeden, 
ama yüzünden gülücükleri asla eksiltmeyen, hatta inadına gülen 
ve ismi mucizevi şekilde “Serbest” olan – nüfusa böyle kayıtlı!, 
o dünya zekisi 5 yaşındaki velet sayesinde yer yüzündeki bütün dertlerinizi unutmamışsınızdır.

Siz muhtemelen “OHAL” nedir bilmezsiniz… 
“OHAL”in bir uzaktan kumanda olduğunu da… 
Çünkü siz şehirden belli bir saatte çıkıp, gölde yüzmek, göl kenarında rakı içip kafa çekmek derken, 
“curfew”ı kaçırıp, şehre otostopla girmek zorunda kalmaktan korkarsınız. 
Ama sizi, içinde mor ışıkları, vites kolu yanındaki viskisi ve çereziyle karşılayan, 
“gençler siz bizim gururumuzsunuz” konuşması yapmayı bir gurur sayan, 
jandarmaya selam çakıp,
sizi de evinize kadar bırakan bir Mercedes hiç yoldan almamıştır muhtemelen… 
- çünkü başka şehirdeki Mercedes, bmw ve audi’ler sapıklar tarafından kullanılmaktadır, 
yozlaşmışlık nedir çok iyi bilirsiniz, biliriz oysa; ama bunu anlayamaz, anlatamazsınız.

Hoş bunu yapmayan, ambulansa da otostop çekmemiştir, “abi bizi göle atar mısın” diye… 
Dönüşte, kulağında kulaklık, gözünde güneş gözlüğü, mini etek, pareo, kızlı erkekli; 
her koltuk başında dantel örtüsü olan, 
radyosunda “Hz Muhammed, cenneti, önce annelerimiz, sonra şehitlerimiz…” diye dert anlatan 
bir Anadol’a da misafir olmamışsınızdır hiç… 
Üstelik 75’er yaşındaki şoför dedenin kelinde hacı takkesi, 
başı örtülü karısının da elinde danteli varken, 
sizi buyur edip, sizi hiç de yargılamamalarına şahit olmamışsınızdır.

Kızlı erkekli demişken… 
Herkes ayrı odada kalıyor olmasına rağmen, 
gece 12’den sonra geldiğiniz için sokağa da atılmamışsınızdır muhtemelen bir devlet yurdunda… 
Bavullarınızı sokaklarda bulmamışsınızdır hiç. 
Valiliğe kadar çıkıp – ki benim otoriteye ve hiyerarşiye ve sokmuşum mertebesine bakış açımın 
ne kadar eski ve yırtıcı olduğunu artık ben daha nasıl anlatayım bilemiyorum, al sana mis gibi örnek: 
“Benim babam beni taa İzmir’den, bu ülkenin öbür ucundan, otobüse bindirdi, buraya uğurladı 
ve bana bir kere bile sormadı “ne işin var orada” diye, 
babam güvenmiş beni buraya yollamış, siz sokağa atıyorsunuz, 
siz benim babama ne hesap vereceksiniz onu bana bi der misiniz 
yalovadan vana atanmış bi tarafımın valisi kaymakamı?!” diye de bağırmamışsınızdır muhtemelen…

Siz Erciş’in gölün öbür kıyısı, Gevaş’a göre suyun öte tarafı olduğunu bilmezsiniz. 
Bir zamanlar bu şehirde mini etekli kızların sinemaya gittiğini de bilmezsiniz, 
anlatacak kimseyi tanımıyor olabilirsiniz. 
İki oğlunu iki farklı yola şehit veren annenin sadece filmlerde olduğunu düşünüyor olabilirsiniz.  
Acının tıpatıp aynı olduğunu 40 kere söylesem "kurmaca" gelebilir size. 
Çünkü ne yazık ki çok acayiptir orada yaşananlar.
O kadar acayiptir ki, siz "gerçek değil" deyip çıkabilirsiniz yörüngesinden...
Öyle de kolaydır işte o insanları unutmak...

Ve ben size bunları anlatamam…

Siz bunları bilmiyor olabilirsiniz… 
Hiç yaşamamış, hiç de yaşamayacak olabilirsiniz 
ve valla kendiniz bilirsiniz. 

Van otobüsle buradan 48 saat sürebilen bir yol, her yiğit gidemez. 
Yol boyunca “ne işim var benim orada” sorusunu bin kere sorar, 
48. saate girmeden “ne işim olur lan” cevabına varır, 100 kere iner, geri dönersiniz belki.  
O yüzden ben size bir şey demiyorum.

Ama şimdi oralar yıkıldı.
Benim emek verdiğim, tanış olduğum, aşık olduğum 
ismi gibi “yüksel”en insanların evleri tepelerine çöktü… 
zaten hiçbir şeyleri yoktu ki… 
onlar hiçbir şeyin altında kaldılar. 
Onlara gitmeyen, ulaşmayan, onlar yokmuş gibi davranan, 
onlara düşman kesilen ve onları hiç düşünmeyen bir koca coğrafyanın dalgalanması sonucu, 
ucunda kıyısında kaldıkları için, 
halı silkerken en çok püsküllerin hırpalanması gibi, sınırdan öteki tarafa döküldüler.

İnsanlığımızın bittiği uçurumun kenarından aşağıya düştüler.

Çünkü ortak bildiğimiz bir dilde, yardım için haberleşebilecekken 
– dilin adı “İnsanca”; 
öğrenmesi çok zor yabancı bir dilde reddettik birbirimizi anlamayı 
– dilin adı “Zalimce”…

Siz benim yaşadıklarımı yaşamamış olabilirsiniz. 
Pazar günü depremi duyunca sizin yüreğiniz titremiştir de dudağınız uçuklamamıştır belki. 
Siz depreme alışık olabilirsiniz. 
Ama unutulmuşların, 
cevher kadar değerli oldukları keşfedildiği ölçüde sömürülmüşlerin, 
doğaya hiç kötü davranmadıkları halde bir de ona yenilmelerine akıl sır erdiremezsiniz. 
Götürülen epi topu 3 hizmetin – okul, öğrenci yurdu, hastane – 
kafalarında paralanmasının gurur incitme katsayısını anlayamazsınız.

Bu insanların gidecek daha başka yerleri yok, ben size onu söyleyebilirim. 
Size öyle geliyor ama dağları da yok. 
Dağlarda sadece ölüm var. 
Oysa bu insanlar yaşamak istiyor. 
Bu insanlar, 
dün bana Veysel’in dediği gibi bizden sadece “can suyu” alıp yeşermek istiyorlar.

Şimdi ben size ne diyeyim… 
Benim sözlerim, “Nasılsın?” yerine “İyisin?” diye soran, 
oraların hep ılımlı, hep olumlu, hep önce iyiye yoran insanına,
benim belki hepinizden çok kardeşim olanlara duadır. 
Gerisine de beddua…

Vermeyenin, esirgeyenin, önünü kesenin, eleştirenin; 
o çok kıymetli soyunu devam ettirecek uzuvları kopup düşsün, bahtı kapansın, 
afetlerde yalnız kalsın, “düştüğünde kimse onu kaldırmasın” inşallah.

Benim tek diyeceğim bu.

ve umarım Yüksel, iyisindir!

Bir çocuk gördüm uzaklarda
Gözleri kederli hatta korkulu
Her şeye rağmen bir an gülümsedi çocuk
Sıcak sade ama biraz kuşkulu

Bir çocuk sevdim uzaklarda
Sanıyordum ki onun özlemi de buydu
O ise bir bakışta beni örtülerimden
Yalnızca yalnızca duygularıyla soydu

Ben böyle yürek görmedim böyle sevgi
Şimdi çocuk büyümekte günbegün
Bütün hüzünleri okşadı birer birer
Gizli bir ümide sarılarak biraz küskün

Bir çocuk gördüm uzaklarda
Biraz çocuk biraz adam biraz hiçti
Ellerinde yaşlı zaman demetleri
Daha önce denenmemiş yeni bir yol seçti

Bir çocuk sevdim uzaklarda
Bir elinde yarın öbür elinde dün
Erken ihtiyarlamaktan sanki biraz üzgün
Dünyanın haline bakıp güldü geçti

Ben böyle yürek görmedim böyle sevgi
Şimdi çocuk büyümekte günbegün
Bütün hüzünleri okşadı birer birer
Gizli bir ümide sarılıp küstü

Ve umarım Yüksel, küsmemişsindir!

16 Ekim 2011 Pazar

Sevgili depresyon… Lütfen peşimi bırak.



(bu yazımız, belli gecelerde olduğu gibi bu gece de beni yalnız bırakmayan, aziz dostum, en büyük hayranım, bitanem depresyonum için yazılmıştır. kendisiyle çok geceler baş başa konuştuk, çok kereler anlaşmaya çalıştık ama baktım olmuyor, sizlerin huzurunda kendisiyle kozlarımı son bir kez daha paylaşmak isterim. artık bu da olmazsa valla seveceğiz birbirimizi, isteyeceğiz anasından ve yakıştıracağız bu acıyı bir şekil yakamıza, napalım...)

Sevgili depresyonum, nedir senin derdin?

Geceleri uykumu kaçırmaktan başka neye yararsın! 
Sırayla, 
fazla yağlarıma, 
yüzümdeki kırışıklıklara, 
bir türlü yetmeyen parama, 
kırdığım insanlara, 
yetişemediğim işlere, 
30 senedir hala olmayı beceremediğim insana 
takıyorsun da ne oluyor? 

Zayıflayabiliyor muyum? Gençleşiyor muyum? 
Öc alır gibi para harcamaktan vazgeçtiğim de yok… 
Ve evet en çok kanepede ikiseksen yatıp, aynı filmleri tekrar tekrar seyretmeyi seviyorum. 
Yani? 
Attığın taşlar ürküttüğün kuşlara değmiyor!

Tamam ben de biliyorum bıraksalar neler neler yapabileceğimizi… 
Biliyorum sırtımdaki hamallara nasip olmaz küfenin ağırlığını ve kimi / kimleri taşıdığımızı…
Herkesin bizden medet umduğunu…  
Herkese bizim yardım etmemiz gerektiğini… 
Ve salak gibi herkese yardım edebileceğimizi zannedip, kendimizi paralamalarımızın hiçbir yere varmadığını… Ben de çok iyi biliyorum herkesin bizi kullandığını… 
Kullansınlar diye izin verdiğimi, sıçılacak ağız göte yakın gelir ilkesinden kendime koordinat belirlediğimi…  Ama bilmenin bir faydası yok di mi?
O yüzden sen de kes hatırlatmayı…

Çünkü bende alerji yapıyorsun.

Sürekli hapşıran, burnu durmaksızın akan, ağzı yüzü şişen 
ve aldığı ilaçlar yüzünden sürekli uyumak zorunda kalan bir patatese dönüşüyorum sayende. 
Aslında hiç gerek yok bu kadar didişmene benimle çünkü sana nasip olmayacak beni bitirmek biliyorsun. Canım arkadaşım Ayşe’nin kelimeleriyle açıklamam gerekirse: 
“Dostum sana bir haberim var, 
kız zaten bir gün ölecek!”

O yüzden canım depresyonum, gel seninle bir anlaşma yapalım.

Son derece bariz konularımız var, 
uğrunda depresyona girmeye değmez, 
inanılmaz sıkıcı ve çoktan tüketilmiş, modası geçmiş, 
sıradan insan mevzuları. 
Gel atalım onları gündemimizden, hep beraber rahatlayalım. 
Zaten hiç yakışmıyorlar benim gibi “contemporary” bir ruha...
Gel bunlara somurtmayalım artık – somurtcak başka şey bulurum ben sen gel…

Asıl, bunları diğer başka varoluşsal krizlerle birleştirip, durumumuzu daha da ağırlaştırmayalım.
Ayrıca bunları sadece bana da mal etmeyelim – beni bu kadar önemsemeyelim.
Ve gerçekten zaten 30 senedir gayet iyi farkında olduğum bazı konular var ki 
bunların depresyonunun bana vermekte olduğu şu kabak tadını da lütfen artık fark edelim 
ve allaaşkına nolur menüyü değiştirelim.

Misal…

Başarısızlık

For God’s sake, ne başarısızlığı?!?!? 
Sana CV’mi göndermek istiyorum sevgili depresyon. 
Seninle, çalışma hayatım boyunca kazandığım paranın 
yıllara göre dağılımını gösteren grafiği paylaşmak istiyorum 
– başkalarıyla paylaşmak yok yalnız! Kendi içinde bir kıyas için… 
Grafik yükseliyor mu yükseliyor. Lütfen! 

Bunlarla ölçmüyoruz yanlız mi diyorsun? 
“Self-realization” bakımından olmamışlıklarım var diyorsun…

Ha, olabilir.

Çok iyi bir sporcu, çok iyi bir dansçı, çok iyi bir yazar, 
çok iyi bir anne, çok iyi bir eş, toplum için yaptıklarıyla ünlü, 
televizyonculuğuyla müstesna, yarattığı tasarımlarla adından söz ettiren bir modacı olamamış olabilirim. Bunları çok istemiş ve yine de (bazıları henüz!) olamamış olabilirim. 
Ama bir şeyler de oldum yani! 
Olamadığım şeylerin uğrunda kazara da olsa bir takım baltalara sap olduğumu düşünüyorum! 

Bir dönem 4 numaradan çok iyi smaç vurdum mesela. Kısa sürdü ama kayıtlarda vardır. 
Bir dönem arkadaşlar arasında şarkı söyletilecek kadar güzel bir sesim vardı. 
Antalya’da kendimi sahneye atıncaya kadardı o da ama olsun. 
Bir ara bütün konuşmaları bana yazdırırlar, bana yaptırırlardı. 
Beni hiç sevmeyen bir hocam “Senden olsa olsa ghost writer olur” dediği gün 
sinirden delirip o işi de bıraktım ama… 
Sinirlenme, çıldırma konularında iyiydim bak! 
Ergenlik dönemim benden sonra bile anlatılacak kadar çok sayıda efsaneyle doludur hakkımda… 
Gerçi, en yakın arkadaşımın da dediği gibi, “yumuşadım” yıllar içinde, pıstım, o yeteneğim de gitti ama... 
Arada çok güzel ayakkabılar çiziyorum? Sayılmaz mı? 
Yılda en az 3 kere, bir moda akademisine başvuru hayaliyle 
Google’da arama yapıyorum, bir iki yere telefon açıyorum. 
Bir sevgilim var? Seviyorum :) Umut var diyemez miyiz?

Ayıp! 
Bütün bunları hiçe sayıp, gecenin bir yarısı manasızca dürtüyorsun insanı!  
“Kalk uyuma boş boş, bi işe yara, bi bok olamadın zaten bu hayatta” diye incitiyorsun insanı gecenin 4ünde!

Bana bak depresyon, git başımdan ben başarısız filan değilim. 
Zaten senin yüzünden blog açtım. 
Üretiyorum işte, daha nedir, nedir, neee?!

Bir diğer misal: Yalnızlık
Oha oha çüş!

Bu hem geyik hem de terbiyesizlik!

Rakamsal olarak söylemek gerekirse, 300’ü aşkın ailem, arkadaşım var. Yakın çevre. Saydım. 
Kaldı ki bunların da kendi çevreleriyle beraber etrafımı kuşatan insan selini 
sana daha nasıl anlatabilirim bilmiyorum. 
Cesur yürek sahnesi olarak görünmemizi ister misin sana? 
Çünkü istersek iskoçyayı kurtarabiliriz, o kadar kalabalığız. 
Bana sayılarla gelme, önemli olan yakınlık, muhabbet, derinlik, sevgi, saygı, aşk… Yemezler bebeğim. 
Zira senin beni yanıltmaya çalıştığının aksine, 
bu tip durumlarda ne kadar “sevildiğin” değil, ne kadar “sevdiğin”dir seni yalnızlıktan kurtaracak olan. 

Sevdiğim çok şu hayatta… 
Sevdiklerim, beni sevmeyenleri de kapsadığından, sen beni merak etme bu departmanda… 
Ve sayılar da hiç mühim değil evet. 
Sayılarla sayılamayacak kadar “çok” olan “tek” kişiler var benim hayatımda. 
Yani yalnız değilim ben. 
Yalnızlık senin yarattığın bir ilüzyon! 
Küçücük hatalarımdan beni affetmediğin, 
bütün küçük ipleri birbirine bağlayarak 
beni yalnızlığa kadar sürükleyecek bir halat yaptığını zannettiğin için giymemi istiyorsun bu elbiseyi. Yakışmıyor ama işte… 
Bunun için ağlayıp, üzülüp, “depresyona” girip kendime güldüreyim mi insanları? 
Ciddiye almasın mı istiyorsun seni doktorlar, terapistler? 
O zaman, bu konuda da bisktrgt lütfen hayatımdan. 

Şımarık! 

Bambaşka bir misal: Çirkinlik
Ohh baby…

Haklısın çok çirkinim. Oysa çok güzel olmak istiyorum. Al sana dert! 
Herkesi baştan çıkaracak, 
hiçbir efor harcamadan herkesi kendime her gün hayran bırakacak kadar umarsız bir güzellik istiyorum. Kaygısız, üzerinde çalışılmamış, ender bir güzelliğim olsun istiyorum. 
Evet istiyorum! 

Ama ne çare… 
Bu konuda ameliyatlar yok. 
Verilmiş bir armağan bu ve parasıyla satılmıyor işte…
Her aynaya baktığımda, omzumun üzerinden bana, çirkinliğimi hatırlatmak için bi de sen bakma… 
Benim gözlerim görüyor. Bir de senin gözlerinde görmeye gerek yok!  
Çünkü zaten insan içine de çıkıyorum. 
Ve her gün başka insanların gözünde yeterince görüyorum güzeli de, çirkini de…

Ve aslında sen de çok iyi biliyorsun ki, 
en güzel insan, 
ne kadar güzel olduğunun farkında olmadığından, 
bundan habersiz, karakteri bu güzellikten bağımsız gelişmiş, 
güzelliklere hayran, güzellikler peşinde koşan insandır. 

Hahaa! Noldu?!?!?!

Eskimez bir misal: Geçmiş

Evet bir geçmiş var ve ağzına kadar dolu bir konu bu… 
En bayıldığın, her gece başka bir malzeme bulup çıkardığın… 
Hatalar, pişmanlıklar, salaklıklarla dolu. 
Terziye versen, at bunu baştan dikelim der. 
Kumaşı bile yer yer bozulmuş, tamiratı mümkün olmayan çok yaması var. 
Ama işte sen başıma kaktıkça, ben daha çok seviyorum onu… 
Oh diyorum iyi ki yapmışım… 
İyi ki senelerce çıkmışım bir allahın salağıyla… 
İyi ki şeytanın avukatı filmindeki Milton misali patronlarla çalışmışım. 
İyi ki bazı hak etmezleri atmışım hayatımdan… 
Çünkü hep sayelerinde boşanmış kaynar sular başımdan! 
O sıçmışlıkların içinden arayıp bulmak zorunda kalmışım kendimi… 
Affetmek zorunda kalmışım yer yer. 
Affedemediklerimi de içimde, beynimde taşımak zorunda kalmışım.

Velhasıl  gölge etmezsen, 
kafamın içindeki sesleri kendi haline bırakabilirsen, 
her şeyi yerli yerine koyacağım günler gelecek. 

Ama sevgili depresyonum, 
sen olduğun sürece, 
acılarımdan beslenen, 
kendini incitmeden yaşadığını hissedemeyen birine dönüşüyorum.

Werther miyim ben?

Gerçekten başımdan defolup gidersen, her şey daha iyi bile olabilir...

Yaptığım hataların ardından, 
battaniye altına girip kendime acımak yerine, 
nasıl telafi edebilirim acaba diye olan bitenin, giden, terk edenin peşine düşebilirim. 

Başaramadığım işlerin peşinden, 
“ben zaten bir geri zekalıyım” diye düşünüp, ardından gelen işleri de salmak yerine, 
“bu sefer yapıcam” diye gaza gelebilirim. 

Beni inciten insanlarla ilgili 
“acaba hak etmek için ne yaptım” ezikliğiyle savrulmak yerine, 
“Sikerim, siktirsin” moduna geçebilirim…

Belki geceleri daha güzel uyuyabilirim.

Gündüzleri halledemediğim meselelerle rüyalarımda uğraşmaktansa, 
uykumda hiç bilmediğim cennet gibi koylarda denize girebilirim. 

Kitaplarımı, “beceremediğim ve bilmediğim” konulardan değil, 
“büyük bir zevkle ve merakla okuyacağım” konulardan seçebilirim. 

Sürekli vakit kaybettiğimi düşünmekten, 
kendime sonu olmayan yapılacaklar listesi yapmayı bırakıp, 
aklımdakileri tek tek yapmaya başlayabilirim.

Belki başımdan gidersen, 
evde bir temizliğe giderim, eskileri atarım. 
Senin yüzünden değil, öylesine, 
deneysel olarak saçımı kestirebilirim.

Çizmeye başlayabilirim yeniden. 
Daha fazla yazabilirim.

Eğer lütfen gidersen, 
çünkü lütfen zaten bir gün öleceğimi kabul edersen, 
kalan zamanımı ister boş boş oturarak, 
ister pazartesileri ata, salıları yelkene, çarşambaları yüzmeye, 
perşembeleri pilatese, cumaları arkadaşlarla içmeye, 
cumartesileri bisiklete binmeye, pazarları fotoğraf çekmeye giderek geçirebilirim. 

Ya da geçirmem. 
Sana ne?!

Ama git! 

Çünkü başımda durma sebeplerinin hiçbirinin benim hayatımda karşılığı yok. 

Ben ödevlerimi zamanında yaptım verdim, vermeye de devam ediyorum. 
Hesabım kitabım kendimle, bir de sana dert anlatmakla uğraşmak istemiyorum. 
Sen işin içine girince, işin içine doktorlar da giriyor, ilaçlar da giriyor, 
annem filan da giriyor, beni seven herkes şoka giriyor, sevgilimi sevemez oluyorum, 
ayy her şey karmançorman oluyor. 

Lütfen git. 
Çünkü ben gayet başarılı, mutlu, geçmişiyle ilgili çalışmaları devam eden ve tabii ki çok güzel bir kızım!

İnsanın kendisini kandırması da kesinlikle bir depresyon konusu filan değil, 
lütfen ilgin olmayan alanlara da burnumuzu sokmayalım!

5 Ekim 2011 Çarşamba

bir dede, dedelerde...




(bu yazımız, dünyanın içinde bulunduğu – ve sanırım benim de tam merkezinde ve hatta en derin dibinde bulunduğum, son yılların – “son yıllar” çok ironik oldu – herkesin diline sakız konusu, “ekonomik buhran”a ithafen yazılmıştır. bu noktada bütün kötülüklerin anası olarak bize yıllarca yanlış tanıtılan alkolü de temize çıkarmayı hedeflediğimi sinsice bildirmek isterim.)


Hikayemiz, bundan yıllar yıllar önce, allahın bi ara yaratıp, sonra nereye koyduğunu bile unuttuğu bi yerde,
mümkünse hem denize kıyısı hem de ekili dikili tarlaya yamacı olan,
heidi’nin büyükbabasınınki gibi bir kulübede hayatını devam ettirmekte olan tonton bir dede ile başlar.
Bu tonton dede, haftada 1 tuttuğu balıkları, haftada 2 yakaladığı tavukları,
haftanın geri kalanında da isteyerek yetiştirdiği sebze ve meyvelerle,
istemediği halde yetişen, “bu ne acaba” diye merak edip edip yolduğu yaban otlarını yiyerek yaşarmış.
Yemek, yatmak ve sıçmak üçgeninde geçen hayatından oldukça mutluymuş aslında…
Ama arada şeytan dürtüyomuş tabii..
Canı sıkılıyomuş bizimkinin arada..
(Ananemin dediği gibi, “can sıkıntısı büyük sıkıntı”… ne oluyosa ondan oluyo…)

İşte acayip canı sıkıldığı ve naapacağını bilemediği zamanlarda da,
taşı tahtayı oyar, bitkileri kaynatıp, lif lif ayırıp, masa örtüsü, kazak filan örer,
doğada bulduğu az vahşi çok vahşi hayvanın fazla gelen kılını, yününü kırpar,
yastıkmış, yorganmış, küçük çocuklar kafayı gözü çarpmasın diye sivri köşelere korumaçmış filan yaparmış.

Yani diyeceğim o ki...
Hiçbişeyi eksik filan değilmiş bu dedenin...
Hatta kimi zaman bazı şeyleri fazlaymış…

Domatesler ara sıra coşuyormuş mesela, dede 3 yiyecekken, bunlar 8’er 8’er bitiyormuş.
Oyduğu tahtaya, taşa; ördüğü kazağa, yorgana da bi süre sonra evde yer kalmıyomuş…
Yastık yapayım diye kırptığı tüyden bi bakmış postij, peruk;
bıçak olsun diye yonttuğu demirden, kılıç mılıç oluyomuş…
Ortalık vazodan, anafordan, biblodan, dantelden geçilmiyormuş…

Dede napsın, aptal mı?
Yapmayı bırakıyomuş öyle durumlarda.
Ya da gidip, doğaya geri bırakıyomuş taşı, tahtayı.
Eskiyen kazağı, yorganı da çatıya matıya atıyomuş ya da koyunlara filan örtüyomuş, pişman…
Bilemedin en kötü, gelen geçen oluyormuş kulübenin önünden, onlara veriyomuş…
“Viriim mi?” “Yir misin” diye soraraktan…

Gel zaman git zaman…
Bu dedenin domatesleriyle, ördüğü kazaklar epey ünlenmiş…
Herkesler gelmiş, “bize de bize de” diye kapıda kuyruklar türemiş.
Dede algılayamamış olayları…
“Yok” demiş, “vermem…”
“Sana daha fazla toprak veririm” demiş biri…
“Sana daha çok balık tutman için kayıklar, o kayıklara adamlar veririm” demiş bir diğeri…
“Pırıl pırıl parlayan, çok az bulunan taşlarım var, onları veririm” demiş bir başkası…
Dede, dedelerde…
“Napçam ben onları yaa” demiş…
“Bana lazım diil ki onlar?!”…
“Domatesler 3 tane, isteyen alsın buraya kodum”
“Bu ara kazak mazak da öremedim, hiç canım çekmedi, zaten yok, hadi gidin”

Bir kısmı çekmiş gitmiş…
Bir kısmı vazgeçmemiş…
Gecenin bi yarısı evine hırsız gibi girenler mi dersin, domatesleri kökleyip kökleyip götürenler mi…
Kazakları nasıl yaptığını anlamak için günlerce onu gözetleyenler mi istemezsin…
Dedenin ne sabah uykusu kalmış, ne öğlen uykusu…
Adamın huzuru kaçmış! Huzuruuu!!!

Sonra bi adam gelmiş…
“Sana silah veriyim… Korkut bunları, gelemezler bi daha” demiş…
“2 domates 3 tane de kazak ver anlaşalım…”
Dede… “Töbe estağfurul bin bismil yarabbi şükür…”
“Stttttrrr!”… adam… sttrmiş.

Dede demiş bu böyle gitmez.
Düşünmüş düşünmüş düşünmüş…
Her düşünen insan gibi eline kalemi kağıdı almış…
Başlamış çiziktirmeye…
Kimsenin hiçbir anlam veremeyeceği tuhaflıkta detayların olduğu, garip garip kağıtlar yapmış.
Kapısına her gelene bi tane vermeye başlamış…
“Bunlardan lazım bana” diyormuş…
“Bunlardan çok çok bulup bana getirirsen, kazağı da alırsın, domatesi de…”
“Bende de bi tane var sadece, sen bunu al, bana daha çoğunu getir.”
Kağıdı kapan, sevinç içinde gidiyormuş.
Gidenler ama, nedense, bir daha hiç geri dönmüyormuş…

Gel zaman git zaman…
Dedenin kapısının önü tamamen boşalmış.
Dede gene başlamış tavukları kovalamaya, balıkları yakalamaya…
Vahşi hayvanlara getir/götür eğitimlerine, uçak/bot tasarımlarına, 
“ne işime yarar peh” diyip diyip yapmamaya…
vesaire.
derken…

Yıllar yıllar sonra, dedenin kulübesinin yanına bi kulübe gelmiş…
Fazlalıklarla dolu bir kulübe…
Fazladan kat, fazladan oda, fazla kalın duvar, fazladan pencerede bişey – cam mı ki?,
fazladan koltuk, fazladan tabak, fazladan örtü, fazladan hiç hayatında görmediği bi dolu şey…
“Mahallemize deli geldi” demiş bizim dede…
“İyi oldu iyi… ahir ömrümde, bi de deli dostum olsun.”

Komşuluktur diyip, en güzel domateslerinden seçip kapısına gitmiş komşusunun…
Kapı içinde kapı, kapı içinde kapı…
Kapılar da fazla…
Neyse, nihayet bir insan çıkmış karşısına…
İnsan canlısı dedem açmış kollarını, uzatmış domatesleri:
“Hoşgeldiin, nasssinnn.. Bizim buraleyn havası suyu eydir, eyi gelir. Al, tomatizimden yi”

Bizim komşu içeri buyur etmiş dedeyi…
Kocaman bi veranda yapmış evine, rüzgarı kesen ama denizin kokusunu kesmeyen…
Güneşi içeri alan ama cayır cayır yakmayan gölgelerle dolu, enfes bir veranda…
“Vıyy” demiş dede içinden, “itogluit işi biliiii”

Rahat koltuklar var…
Ama çok.
8,9,10,11… demek demiş, kedisi köpeği de var. Kim oturcak ki başka??

Hem hasır sandalye bi de üstünde yastıklar…
“Kesin deli hohooo, götü delik olmayan sandalyede bile yastık var”….

Rüzgarla birbirine çarpıp hoş sesler çıkaran tahtaları görmüş sallanan…
“Aaa”  demiş, “al benden bi tane daha...
bu salak da yapmış bunlardan boşuna…
diyim de bari işe yaramıyolar, atsın kurtulsun… sevaptır.”

Daha dede lafa giremeden…
Bizim komşu almış sazı eline…
“Üstadım...” demiş… - Kim??
“Paranın gözü kör olsun.” – ??!
“Vallahi elimizin kiri…” – ?!?!
“Gerçi ne onunla ne onsuz da olmuyor ama…” – #$\*?!?!
“Sonuçta hiç bişey de bedava diil…” – Ne dio?
“Parayı tutmayı bileceksin mirim, parayı kendinde tutmayı biliceksin…”
“Vermeyeceksin öyle ona buna…”

Dede olmuş çorba…
Komşu’nun bi bildiği var ama demiş içinden…
Her şeyi gibi o da fazla…

“Tomatizimm var yir misin?” demiş araya girmiş…
“Dede daha dur yeni geldik bismillah, yaparız ticaretimizi, 
söz başkasından almam domatesleri, senden alırım hahhaaa…”
Anlamamış dedem…
“Tomatizim az kaldı, sana kadar bana kadar.”
Adam ama çok iyi anlıyo maşallah, nöronlar arası bilgi saatte 3000 km hızla koşuyo maşallahhh…
“Ooo, çok isterim diyosun, son mahsül diyosun, hallederiz…”
Dede delirdi delirecek…
“Yok bişey demiyorum, tomatizm az diyorum… 
ama onlar sana fazla bak dedengi dingle” – duvarda sallanan tahtaları göstermiş..
Adamımız olayı çözdü yaaa, şu an çözdü dedeyi, bi rahatlamış… 
Kızılderiliye, ateş suyunu veren ilk eşşolusu gibi…
“Onları mı istiyosun? Tamam tamam ne olacak, senden kıymetli mi..” – almış sallanan tahtaları eline…

Bi de üstüne…
Cebinden de üzerinde kimsenin anlayamayacağı tuhaflıkta detayların olduğu garip garip kağıtlar çıkarmış…
Tahtalarla kağıtları uzatmış dedeye, domatesleri de kapmış.
“Al demiş, bu da siftah…”
“Sonra, sütü de senden alırız, yünü de, yorganı da…”
“Güle güle harca…”

Dedede oluşan mavi ekranın hemen akabinde…
Dede kapmış kağıtları, tahtaları…
Vermiş bulunmuş domatesleri…
Bir hız gitmiş evine, oturmuş, başlamış düşünmeye…
Demiş sıçtık…

Kağıtlar tomatizlerimi buldu…
Bu sistem çalışmadı.
İtleri arsızları kapımdan uzak tutmaya yaramadı…
Fazlalık canavarları fazlalıkları bitirmiş, az olanın peşine bile düşmüş.
Geç bile kalmışım.
Hemen başka şey bulmam lazım…

PS:
Başka şey bulanların, insanlık namına, hemen bu dedeyle irtibata geçmeleri
ve hızla bir an önce bizi ve kalan tüm nadir şeyleri kurtarmaları önemle rica olunur.
Tuhaf kağıtların her şeye gücünün yetmediği,
fazlalıkları hakkaten napcağımızı bilemediğimizden,
fazlalık yaratmaktan samimiyetle vazgeçtiğimiz bir ortam için,
hele ki onun deniz kıyısı ve ekili dikili yamaç yanı olabilmesi için,
allah rızası ve tüyü bitmemiş yetimin hakkı için düşünün, bi yol bulun.

ps2: dedenin aksanı tam olmadı. yarım saatte şeedemedim. o kadar olur.