5 Ekim 2011 Çarşamba

bir dede, dedelerde...




(bu yazımız, dünyanın içinde bulunduğu – ve sanırım benim de tam merkezinde ve hatta en derin dibinde bulunduğum, son yılların – “son yıllar” çok ironik oldu – herkesin diline sakız konusu, “ekonomik buhran”a ithafen yazılmıştır. bu noktada bütün kötülüklerin anası olarak bize yıllarca yanlış tanıtılan alkolü de temize çıkarmayı hedeflediğimi sinsice bildirmek isterim.)


Hikayemiz, bundan yıllar yıllar önce, allahın bi ara yaratıp, sonra nereye koyduğunu bile unuttuğu bi yerde,
mümkünse hem denize kıyısı hem de ekili dikili tarlaya yamacı olan,
heidi’nin büyükbabasınınki gibi bir kulübede hayatını devam ettirmekte olan tonton bir dede ile başlar.
Bu tonton dede, haftada 1 tuttuğu balıkları, haftada 2 yakaladığı tavukları,
haftanın geri kalanında da isteyerek yetiştirdiği sebze ve meyvelerle,
istemediği halde yetişen, “bu ne acaba” diye merak edip edip yolduğu yaban otlarını yiyerek yaşarmış.
Yemek, yatmak ve sıçmak üçgeninde geçen hayatından oldukça mutluymuş aslında…
Ama arada şeytan dürtüyomuş tabii..
Canı sıkılıyomuş bizimkinin arada..
(Ananemin dediği gibi, “can sıkıntısı büyük sıkıntı”… ne oluyosa ondan oluyo…)

İşte acayip canı sıkıldığı ve naapacağını bilemediği zamanlarda da,
taşı tahtayı oyar, bitkileri kaynatıp, lif lif ayırıp, masa örtüsü, kazak filan örer,
doğada bulduğu az vahşi çok vahşi hayvanın fazla gelen kılını, yününü kırpar,
yastıkmış, yorganmış, küçük çocuklar kafayı gözü çarpmasın diye sivri köşelere korumaçmış filan yaparmış.

Yani diyeceğim o ki...
Hiçbişeyi eksik filan değilmiş bu dedenin...
Hatta kimi zaman bazı şeyleri fazlaymış…

Domatesler ara sıra coşuyormuş mesela, dede 3 yiyecekken, bunlar 8’er 8’er bitiyormuş.
Oyduğu tahtaya, taşa; ördüğü kazağa, yorgana da bi süre sonra evde yer kalmıyomuş…
Yastık yapayım diye kırptığı tüyden bi bakmış postij, peruk;
bıçak olsun diye yonttuğu demirden, kılıç mılıç oluyomuş…
Ortalık vazodan, anafordan, biblodan, dantelden geçilmiyormuş…

Dede napsın, aptal mı?
Yapmayı bırakıyomuş öyle durumlarda.
Ya da gidip, doğaya geri bırakıyomuş taşı, tahtayı.
Eskiyen kazağı, yorganı da çatıya matıya atıyomuş ya da koyunlara filan örtüyomuş, pişman…
Bilemedin en kötü, gelen geçen oluyormuş kulübenin önünden, onlara veriyomuş…
“Viriim mi?” “Yir misin” diye soraraktan…

Gel zaman git zaman…
Bu dedenin domatesleriyle, ördüğü kazaklar epey ünlenmiş…
Herkesler gelmiş, “bize de bize de” diye kapıda kuyruklar türemiş.
Dede algılayamamış olayları…
“Yok” demiş, “vermem…”
“Sana daha fazla toprak veririm” demiş biri…
“Sana daha çok balık tutman için kayıklar, o kayıklara adamlar veririm” demiş bir diğeri…
“Pırıl pırıl parlayan, çok az bulunan taşlarım var, onları veririm” demiş bir başkası…
Dede, dedelerde…
“Napçam ben onları yaa” demiş…
“Bana lazım diil ki onlar?!”…
“Domatesler 3 tane, isteyen alsın buraya kodum”
“Bu ara kazak mazak da öremedim, hiç canım çekmedi, zaten yok, hadi gidin”

Bir kısmı çekmiş gitmiş…
Bir kısmı vazgeçmemiş…
Gecenin bi yarısı evine hırsız gibi girenler mi dersin, domatesleri kökleyip kökleyip götürenler mi…
Kazakları nasıl yaptığını anlamak için günlerce onu gözetleyenler mi istemezsin…
Dedenin ne sabah uykusu kalmış, ne öğlen uykusu…
Adamın huzuru kaçmış! Huzuruuu!!!

Sonra bi adam gelmiş…
“Sana silah veriyim… Korkut bunları, gelemezler bi daha” demiş…
“2 domates 3 tane de kazak ver anlaşalım…”
Dede… “Töbe estağfurul bin bismil yarabbi şükür…”
“Stttttrrr!”… adam… sttrmiş.

Dede demiş bu böyle gitmez.
Düşünmüş düşünmüş düşünmüş…
Her düşünen insan gibi eline kalemi kağıdı almış…
Başlamış çiziktirmeye…
Kimsenin hiçbir anlam veremeyeceği tuhaflıkta detayların olduğu, garip garip kağıtlar yapmış.
Kapısına her gelene bi tane vermeye başlamış…
“Bunlardan lazım bana” diyormuş…
“Bunlardan çok çok bulup bana getirirsen, kazağı da alırsın, domatesi de…”
“Bende de bi tane var sadece, sen bunu al, bana daha çoğunu getir.”
Kağıdı kapan, sevinç içinde gidiyormuş.
Gidenler ama, nedense, bir daha hiç geri dönmüyormuş…

Gel zaman git zaman…
Dedenin kapısının önü tamamen boşalmış.
Dede gene başlamış tavukları kovalamaya, balıkları yakalamaya…
Vahşi hayvanlara getir/götür eğitimlerine, uçak/bot tasarımlarına, 
“ne işime yarar peh” diyip diyip yapmamaya…
vesaire.
derken…

Yıllar yıllar sonra, dedenin kulübesinin yanına bi kulübe gelmiş…
Fazlalıklarla dolu bir kulübe…
Fazladan kat, fazladan oda, fazla kalın duvar, fazladan pencerede bişey – cam mı ki?,
fazladan koltuk, fazladan tabak, fazladan örtü, fazladan hiç hayatında görmediği bi dolu şey…
“Mahallemize deli geldi” demiş bizim dede…
“İyi oldu iyi… ahir ömrümde, bi de deli dostum olsun.”

Komşuluktur diyip, en güzel domateslerinden seçip kapısına gitmiş komşusunun…
Kapı içinde kapı, kapı içinde kapı…
Kapılar da fazla…
Neyse, nihayet bir insan çıkmış karşısına…
İnsan canlısı dedem açmış kollarını, uzatmış domatesleri:
“Hoşgeldiin, nasssinnn.. Bizim buraleyn havası suyu eydir, eyi gelir. Al, tomatizimden yi”

Bizim komşu içeri buyur etmiş dedeyi…
Kocaman bi veranda yapmış evine, rüzgarı kesen ama denizin kokusunu kesmeyen…
Güneşi içeri alan ama cayır cayır yakmayan gölgelerle dolu, enfes bir veranda…
“Vıyy” demiş dede içinden, “itogluit işi biliiii”

Rahat koltuklar var…
Ama çok.
8,9,10,11… demek demiş, kedisi köpeği de var. Kim oturcak ki başka??

Hem hasır sandalye bi de üstünde yastıklar…
“Kesin deli hohooo, götü delik olmayan sandalyede bile yastık var”….

Rüzgarla birbirine çarpıp hoş sesler çıkaran tahtaları görmüş sallanan…
“Aaa”  demiş, “al benden bi tane daha...
bu salak da yapmış bunlardan boşuna…
diyim de bari işe yaramıyolar, atsın kurtulsun… sevaptır.”

Daha dede lafa giremeden…
Bizim komşu almış sazı eline…
“Üstadım...” demiş… - Kim??
“Paranın gözü kör olsun.” – ??!
“Vallahi elimizin kiri…” – ?!?!
“Gerçi ne onunla ne onsuz da olmuyor ama…” – #$\*?!?!
“Sonuçta hiç bişey de bedava diil…” – Ne dio?
“Parayı tutmayı bileceksin mirim, parayı kendinde tutmayı biliceksin…”
“Vermeyeceksin öyle ona buna…”

Dede olmuş çorba…
Komşu’nun bi bildiği var ama demiş içinden…
Her şeyi gibi o da fazla…

“Tomatizimm var yir misin?” demiş araya girmiş…
“Dede daha dur yeni geldik bismillah, yaparız ticaretimizi, 
söz başkasından almam domatesleri, senden alırım hahhaaa…”
Anlamamış dedem…
“Tomatizim az kaldı, sana kadar bana kadar.”
Adam ama çok iyi anlıyo maşallah, nöronlar arası bilgi saatte 3000 km hızla koşuyo maşallahhh…
“Ooo, çok isterim diyosun, son mahsül diyosun, hallederiz…”
Dede delirdi delirecek…
“Yok bişey demiyorum, tomatizm az diyorum… 
ama onlar sana fazla bak dedengi dingle” – duvarda sallanan tahtaları göstermiş..
Adamımız olayı çözdü yaaa, şu an çözdü dedeyi, bi rahatlamış… 
Kızılderiliye, ateş suyunu veren ilk eşşolusu gibi…
“Onları mı istiyosun? Tamam tamam ne olacak, senden kıymetli mi..” – almış sallanan tahtaları eline…

Bi de üstüne…
Cebinden de üzerinde kimsenin anlayamayacağı tuhaflıkta detayların olduğu garip garip kağıtlar çıkarmış…
Tahtalarla kağıtları uzatmış dedeye, domatesleri de kapmış.
“Al demiş, bu da siftah…”
“Sonra, sütü de senden alırız, yünü de, yorganı da…”
“Güle güle harca…”

Dedede oluşan mavi ekranın hemen akabinde…
Dede kapmış kağıtları, tahtaları…
Vermiş bulunmuş domatesleri…
Bir hız gitmiş evine, oturmuş, başlamış düşünmeye…
Demiş sıçtık…

Kağıtlar tomatizlerimi buldu…
Bu sistem çalışmadı.
İtleri arsızları kapımdan uzak tutmaya yaramadı…
Fazlalık canavarları fazlalıkları bitirmiş, az olanın peşine bile düşmüş.
Geç bile kalmışım.
Hemen başka şey bulmam lazım…

PS:
Başka şey bulanların, insanlık namına, hemen bu dedeyle irtibata geçmeleri
ve hızla bir an önce bizi ve kalan tüm nadir şeyleri kurtarmaları önemle rica olunur.
Tuhaf kağıtların her şeye gücünün yetmediği,
fazlalıkları hakkaten napcağımızı bilemediğimizden,
fazlalık yaratmaktan samimiyetle vazgeçtiğimiz bir ortam için,
hele ki onun deniz kıyısı ve ekili dikili yamaç yanı olabilmesi için,
allah rızası ve tüyü bitmemiş yetimin hakkı için düşünün, bi yol bulun.

ps2: dedenin aksanı tam olmadı. yarım saatte şeedemedim. o kadar olur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder