(bu yazımız, dünyanın içinde bulunduğu – ve sanırım benim de
tam merkezinde ve hatta en derin dibinde bulunduğum, son yılların – “son yıllar”
çok ironik oldu – herkesin diline sakız konusu, “ekonomik buhran”a ithafen
yazılmıştır. bu noktada bütün kötülüklerin anası olarak bize yıllarca yanlış
tanıtılan alkolü de temize çıkarmayı hedeflediğimi sinsice bildirmek isterim.)
Hikayemiz,
bundan yıllar yıllar önce, allahın bi ara yaratıp, sonra nereye koyduğunu bile
unuttuğu bi yerde,
mümkünse hem
denize kıyısı hem de ekili dikili tarlaya yamacı olan,
heidi’nin
büyükbabasınınki gibi bir kulübede hayatını devam ettirmekte olan tonton bir
dede ile başlar.
Bu tonton
dede, haftada 1 tuttuğu balıkları, haftada 2 yakaladığı tavukları,
haftanın
geri kalanında da isteyerek yetiştirdiği sebze ve meyvelerle,
istemediği
halde yetişen, “bu ne acaba” diye merak edip edip yolduğu yaban otlarını
yiyerek yaşarmış.
Yemek,
yatmak ve sıçmak üçgeninde geçen hayatından oldukça mutluymuş aslında…
Ama arada
şeytan dürtüyomuş tabii..
Canı
sıkılıyomuş bizimkinin arada..
(Ananemin
dediği gibi, “can sıkıntısı büyük sıkıntı”… ne oluyosa ondan oluyo…)
İşte acayip
canı sıkıldığı ve naapacağını bilemediği zamanlarda da,
taşı tahtayı
oyar, bitkileri kaynatıp, lif lif ayırıp, masa örtüsü, kazak filan örer,
doğada
bulduğu az vahşi çok vahşi hayvanın fazla gelen kılını, yününü kırpar,
yastıkmış,
yorganmış, küçük çocuklar kafayı gözü çarpmasın diye sivri köşelere korumaçmış
filan yaparmış.
Yani
diyeceğim o ki...
Hiçbişeyi
eksik filan değilmiş bu dedenin...
Hatta kimi
zaman bazı şeyleri fazlaymış…
Domatesler
ara sıra coşuyormuş mesela, dede 3 yiyecekken, bunlar 8’er 8’er bitiyormuş.
Oyduğu
tahtaya, taşa; ördüğü kazağa, yorgana da bi süre sonra evde yer kalmıyomuş…
Yastık
yapayım diye kırptığı tüyden bi bakmış postij, peruk;
bıçak olsun
diye yonttuğu demirden, kılıç mılıç oluyomuş…
Ortalık
vazodan, anafordan, biblodan, dantelden geçilmiyormuş…
Dede napsın,
aptal mı?
Yapmayı
bırakıyomuş öyle durumlarda.
Ya da gidip,
doğaya geri bırakıyomuş taşı, tahtayı.
Eskiyen
kazağı, yorganı da çatıya matıya atıyomuş ya da koyunlara filan örtüyomuş,
pişman…
Bilemedin en
kötü, gelen geçen oluyormuş kulübenin önünden, onlara veriyomuş…
Gel zaman
git zaman…
Bu dedenin
domatesleriyle, ördüğü kazaklar epey ünlenmiş…
Herkesler
gelmiş, “bize de bize de” diye kapıda kuyruklar türemiş.
Dede
algılayamamış olayları…
“Yok” demiş,
“vermem…”
“Sana daha
fazla toprak veririm” demiş biri…
“Sana daha
çok balık tutman için kayıklar, o kayıklara adamlar veririm” demiş bir diğeri…
“Pırıl pırıl
parlayan, çok az bulunan taşlarım var, onları veririm” demiş bir başkası…
Dede,
dedelerde…
“Napçam ben
onları yaa” demiş…
“Bana lazım
diil ki onlar?!”…
“Domatesler
3 tane, isteyen alsın buraya kodum”
“Bu ara
kazak mazak da öremedim, hiç canım çekmedi, zaten yok, hadi gidin”
Bir kısmı
çekmiş gitmiş…
Bir kısmı
vazgeçmemiş…
Gecenin bi
yarısı evine hırsız gibi girenler mi dersin, domatesleri kökleyip kökleyip
götürenler mi…
Kazakları nasıl
yaptığını anlamak için günlerce onu gözetleyenler mi istemezsin…
Dedenin ne
sabah uykusu kalmış, ne öğlen uykusu…
Adamın
huzuru kaçmış! Huzuruuu!!!
Sonra bi
adam gelmiş…
“Sana silah
veriyim… Korkut bunları, gelemezler bi daha” demiş…
“2 domates 3
tane de kazak ver anlaşalım…”
Dede… “Töbe
estağfurul bin bismil yarabbi şükür…”
“Stttttrrr!”…
adam… sttrmiş.
Dede demiş
bu böyle gitmez.
Düşünmüş
düşünmüş düşünmüş…
Her düşünen
insan gibi eline kalemi kağıdı almış…
Başlamış
çiziktirmeye…
Kimsenin hiçbir
anlam veremeyeceği tuhaflıkta detayların olduğu, garip garip kağıtlar yapmış.
Kapısına her
gelene bi tane vermeye başlamış…
“Bunlardan
lazım bana” diyormuş…
“Bunlardan
çok çok bulup bana getirirsen, kazağı da alırsın, domatesi de…”
“Bende de bi
tane var sadece, sen bunu al, bana daha çoğunu getir.”
Kağıdı kapan,
sevinç içinde gidiyormuş.
Gidenler
ama, nedense, bir daha hiç geri dönmüyormuş…
Gel zaman
git zaman…
Dedenin
kapısının önü tamamen boşalmış.
Dede gene
başlamış tavukları kovalamaya, balıkları yakalamaya…
Vahşi hayvanlara
getir/götür eğitimlerine, uçak/bot tasarımlarına,
“ne işime yarar peh” diyip
diyip yapmamaya…
vesaire.
derken…
Yıllar
yıllar sonra, dedenin kulübesinin yanına bi kulübe gelmiş…
Fazlalıklarla
dolu bir kulübe…
Fazladan
kat, fazladan oda, fazla kalın duvar, fazladan pencerede bişey – cam mı ki?,
fazladan
koltuk, fazladan tabak, fazladan örtü, fazladan hiç hayatında görmediği bi dolu
şey…
“Mahallemize
deli geldi” demiş bizim dede…
“İyi oldu
iyi… ahir ömrümde, bi de deli dostum olsun.”
Komşuluktur
diyip, en güzel domateslerinden seçip kapısına gitmiş komşusunun…
Kapı içinde
kapı, kapı içinde kapı…
Kapılar da
fazla…
Neyse,
nihayet bir insan çıkmış karşısına…
İnsan
canlısı dedem açmış kollarını, uzatmış domatesleri:
“Hoşgeldiin,
nasssinnn.. Bizim buraleyn havası suyu eydir, eyi gelir. Al, tomatizimden yi”
Bizim komşu
içeri buyur etmiş dedeyi…
Kocaman bi
veranda yapmış evine, rüzgarı kesen ama denizin kokusunu kesmeyen…
Güneşi içeri
alan ama cayır cayır yakmayan gölgelerle dolu, enfes bir veranda…
“Vıyy” demiş
dede içinden, “itogluit işi biliiii”
Rahat
koltuklar var…
Ama çok.
8,9,10,11…
demek demiş, kedisi köpeği de var. Kim oturcak ki başka??
Hem hasır
sandalye bi de üstünde yastıklar…
“Kesin deli
hohooo, götü delik olmayan sandalyede bile yastık var”….
Rüzgarla
birbirine çarpıp hoş sesler çıkaran tahtaları görmüş sallanan…
“Aaa” demiş, “al benden bi tane daha...
bu salak da
yapmış bunlardan boşuna…
diyim de
bari işe yaramıyolar, atsın kurtulsun… sevaptır.”
Daha dede
lafa giremeden…
Bizim komşu
almış sazı eline…
“Üstadım...”
demiş… - Kim??
“Paranın
gözü kör olsun.” – ??!
“Vallahi
elimizin kiri…” – ?!?!
“Gerçi ne
onunla ne onsuz da olmuyor ama…” – #$\*?!?!
“Sonuçta hiç
bişey de bedava diil…” – Ne dio?
“Parayı
tutmayı bileceksin mirim, parayı kendinde tutmayı biliceksin…”
“Vermeyeceksin
öyle ona buna…”
Dede olmuş
çorba…
Komşu’nun bi
bildiği var ama demiş içinden…
Her şeyi
gibi o da fazla…
“Tomatizimm
var yir misin?” demiş araya girmiş…
“Dede daha
dur yeni geldik bismillah, yaparız ticaretimizi,
söz başkasından almam
domatesleri, senden alırım hahhaaa…”
Anlamamış
dedem…
“Tomatizim
az kaldı, sana kadar bana kadar.”
Adam ama çok
iyi anlıyo maşallah, nöronlar arası bilgi saatte 3000 km hızla koşuyo
maşallahhh…
“Ooo, çok
isterim diyosun, son mahsül diyosun, hallederiz…”
Dede delirdi
delirecek…
“Yok bişey
demiyorum, tomatizm az diyorum…
ama onlar sana fazla bak dedengi dingle” –
duvarda sallanan tahtaları göstermiş..
Adamımız
olayı çözdü yaaa, şu an çözdü dedeyi, bi rahatlamış…
Kızılderiliye, ateş suyunu
veren ilk eşşolusu gibi…
“Onları mı
istiyosun? Tamam tamam ne olacak, senden kıymetli mi..” – almış sallanan
tahtaları eline…
Bi de üstüne…
Cebinden de
üzerinde kimsenin anlayamayacağı tuhaflıkta detayların olduğu garip garip
kağıtlar çıkarmış…
Tahtalarla
kağıtları uzatmış dedeye, domatesleri de kapmış.
“Al demiş,
bu da siftah…”
“Sonra, sütü
de senden alırız, yünü de, yorganı da…”
“Güle güle
harca…”
Dedede
oluşan mavi ekranın hemen akabinde…
Dede kapmış
kağıtları, tahtaları…
Vermiş
bulunmuş domatesleri…
Bir hız gitmiş
evine, oturmuş, başlamış düşünmeye…
Demiş sıçtık…
Kağıtlar tomatizlerimi buldu…
Bu sistem çalışmadı.
İtleri arsızları kapımdan uzak tutmaya
yaramadı…
Fazlalık canavarları fazlalıkları bitirmiş,
az olanın peşine bile düşmüş.
Geç bile kalmışım.
Hemen başka şey bulmam lazım…
PS:
Başka şey
bulanların, insanlık namına, hemen bu dedeyle irtibata geçmeleri
ve hızla bir
an önce bizi ve kalan tüm nadir şeyleri kurtarmaları önemle rica olunur.
Tuhaf
kağıtların her şeye gücünün yetmediği,
fazlalıkları
hakkaten napcağımızı bilemediğimizden,
fazlalık
yaratmaktan samimiyetle vazgeçtiğimiz bir ortam için,
hele ki onun
deniz kıyısı ve ekili dikili yamaç yanı olabilmesi için,
allah rızası
ve tüyü bitmemiş yetimin hakkı için düşünün, bi yol bulun.
ps2: dedenin aksanı tam olmadı. yarım saatte şeedemedim. o kadar olur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder