26 Ekim 2011 Çarşamba

"Can suyu"



(bu yazımız, bu yazı yazılmazsa diğerleri yayınlanamayacağı için yazılmıştır. 
söylenecek bütün diğer sözleri, 
sokulacak bütün diğer lafları manasız ve kifayetsiz kıldığı için 
bu yazının yazılmasına mecbur kalınmıştır. 
bu yazımız hiç de bi kere kendimiz için yazılmamıştır… 
çok şükür bizim bu yazıdan öğreneceğimiz yeni bi şey yoktur. 
övüneceğimiz de bir şey yoktur ve ona da şükürdür…
umudumuz, belki içinizden birinin hala öğreneceği bir şey 
ya da dönüp öğretmeye değer bulacağı bir şey vardır. 
Tekrar etmek gerekirse bu yazımız kendimiz için yazılmamıştır… 
biz marka değil, şirket değil, ünlü değil, affedersin bir bok değiliz. 
Biz bu hayatta var olma hakkını hak etmeye çalışan, 
şu hak etme mevzuuna fazlasıyla takık, 
ne yazık ki böyle yetiştirilmiş, 
kendi üzerine çok giden kullardanız, 
hassas ruhlardanız, suçumuz olacaksa bu olsun)

Siz Van Gölü’nde hiç yüzmemiş olabilirsiniz… 
Oranın sodalı suyuna girmesinin ne kadar kolay, 
çıkmasının, vücudunuzda bıraktığı kayganlık ve kayalarda yarattığı yumuşaklık sebebiyle 
ne kadar zor olduğunu bilmiyor olabilirsiniz… 
O gölde, suyun hemen üzerinde en alçaktan, 
dünyanın en mavi, 
çocukların boyadığı kadar parlak renkli yusufçuklarının uçtuğunu görmemiş olabilirsiniz… 
Siz Van’a hiç gitmemiş olabilirsiniz. 
Bu sizin suçunuz değil.

Size muhtemelen 8 yaşındaki bir çocuk, merdivenlere oturup, 
anlayamadığı için tam anlatamadığı bir şekilde, 
bir gün ansızın bütün bir köy olarak eski bir belediye otobüsüne zorla bindirilip, 
balık istifi 18 saat yolculuktan sonra, 
otobüsten indiğinde sağ bacağını ve sağ kolunu kıpırdatamadığını fark ettiğini de hiç anlatmamıştır. Muhtemelen, siz, çocuğun anlatırkenki naifliğinden utanıp, 
gözyaşlarınızı nereye akıtacağınızı da bilememekten, 
sesinizin tamamen kısılması gibi tuhaf bir takip eden 24 saat de yaşamamışsınızdır. 
Hatta hayat bu ya, nereden denk gelecek size, 
bu çocuğun kendine has komikliğiyle sizin ensenize vurup, 
“Hop Abla noluyo yaaa, senin koluna bacağına olmadı ya, abartma”
diye dürtmesine de şahit olmamışsınızdır
– olayların sizin dışınızda geliştiğine emin olduğunuz bir uzaylı mesafesine eriştiğiniz için 
şahitliktir orada olan… yaşanmışlık değil artık…

Şu da olmamıştır size muhtemelen… 
Kutu kutu bakliyatla, utana sıkıla, ben kimim ki kime yardım ediyorum olmamışlığıyla, 
erzak yardımına gittiğiniz ve sizi temin ederim, 
şehir bölge planlamacı olmaya gerek yok,
dünya üzerinde 1 tane ev yıkma hakkı verseler 
kesinlikle yıkacağınız ev aha bu diyeceğim  bir evde yaşayan 
– virajı alamayan herhangi bir araba bu eve girer ve bu evi yıkar çünkü ev öyle bir yol ortasında; 
o dünya şekeri aileye misafir olup, 
bütün gelen bakliyatı
size muhteşem bir ayran aşına dönüştüren kadına inanamamışlığınız da olmamıştır…

Belki gerçek aşkı kendi çocuğunuzda nihayet tatmış 
ya da gerçek aşkın gerçek manasına onunla ulaşmışsınızdır… 
Ama “sesinde volkanlar patlayan”, “tevazusuyla alçak uçup” 
ismi gibi, ayağının bastığı yeri titretmesi gibi, 
“bu topraktan yükselen” bir çocukla hiç tanışmamışsınızdır. 
“Bir çocuk sevdim uzaklarda” şarkısının 
hayatınızda herhangi bir manaya gelmiyor olmasını benim anlamam mümkün… 
Siz muhtemelen benim o şarkıda neden hep ağladığımı hiç anlamamışsınızdır.

Siz belki, inci kefallerinin atladığı suya kafanızı sokup, 
o toprakların dondurucu soğuğuyla hiç tanışmamışsınızdır – karpuzları çatır çatır çatlatan… 
(ben ilk brain freeze'imi hayır smoothie ile değil, o nehirle yaşadım!)
7 dil konuşan, 7 yaşındaki kale rehberleriyle ahbap olmamışsınızdır. 
Ahbap olsak yine iyi… Abone olduk! 
Ne dense tersini yapan, tuvaletini bile inadına tuvalete yapmayan, 
üstüne bir şey giymeyi de reddeden, 
ama yüzünden gülücükleri asla eksiltmeyen, hatta inadına gülen 
ve ismi mucizevi şekilde “Serbest” olan – nüfusa böyle kayıtlı!, 
o dünya zekisi 5 yaşındaki velet sayesinde yer yüzündeki bütün dertlerinizi unutmamışsınızdır.

Siz muhtemelen “OHAL” nedir bilmezsiniz… 
“OHAL”in bir uzaktan kumanda olduğunu da… 
Çünkü siz şehirden belli bir saatte çıkıp, gölde yüzmek, göl kenarında rakı içip kafa çekmek derken, 
“curfew”ı kaçırıp, şehre otostopla girmek zorunda kalmaktan korkarsınız. 
Ama sizi, içinde mor ışıkları, vites kolu yanındaki viskisi ve çereziyle karşılayan, 
“gençler siz bizim gururumuzsunuz” konuşması yapmayı bir gurur sayan, 
jandarmaya selam çakıp,
sizi de evinize kadar bırakan bir Mercedes hiç yoldan almamıştır muhtemelen… 
- çünkü başka şehirdeki Mercedes, bmw ve audi’ler sapıklar tarafından kullanılmaktadır, 
yozlaşmışlık nedir çok iyi bilirsiniz, biliriz oysa; ama bunu anlayamaz, anlatamazsınız.

Hoş bunu yapmayan, ambulansa da otostop çekmemiştir, “abi bizi göle atar mısın” diye… 
Dönüşte, kulağında kulaklık, gözünde güneş gözlüğü, mini etek, pareo, kızlı erkekli; 
her koltuk başında dantel örtüsü olan, 
radyosunda “Hz Muhammed, cenneti, önce annelerimiz, sonra şehitlerimiz…” diye dert anlatan 
bir Anadol’a da misafir olmamışsınızdır hiç… 
Üstelik 75’er yaşındaki şoför dedenin kelinde hacı takkesi, 
başı örtülü karısının da elinde danteli varken, 
sizi buyur edip, sizi hiç de yargılamamalarına şahit olmamışsınızdır.

Kızlı erkekli demişken… 
Herkes ayrı odada kalıyor olmasına rağmen, 
gece 12’den sonra geldiğiniz için sokağa da atılmamışsınızdır muhtemelen bir devlet yurdunda… 
Bavullarınızı sokaklarda bulmamışsınızdır hiç. 
Valiliğe kadar çıkıp – ki benim otoriteye ve hiyerarşiye ve sokmuşum mertebesine bakış açımın 
ne kadar eski ve yırtıcı olduğunu artık ben daha nasıl anlatayım bilemiyorum, al sana mis gibi örnek: 
“Benim babam beni taa İzmir’den, bu ülkenin öbür ucundan, otobüse bindirdi, buraya uğurladı 
ve bana bir kere bile sormadı “ne işin var orada” diye, 
babam güvenmiş beni buraya yollamış, siz sokağa atıyorsunuz, 
siz benim babama ne hesap vereceksiniz onu bana bi der misiniz 
yalovadan vana atanmış bi tarafımın valisi kaymakamı?!” diye de bağırmamışsınızdır muhtemelen…

Siz Erciş’in gölün öbür kıyısı, Gevaş’a göre suyun öte tarafı olduğunu bilmezsiniz. 
Bir zamanlar bu şehirde mini etekli kızların sinemaya gittiğini de bilmezsiniz, 
anlatacak kimseyi tanımıyor olabilirsiniz. 
İki oğlunu iki farklı yola şehit veren annenin sadece filmlerde olduğunu düşünüyor olabilirsiniz.  
Acının tıpatıp aynı olduğunu 40 kere söylesem "kurmaca" gelebilir size. 
Çünkü ne yazık ki çok acayiptir orada yaşananlar.
O kadar acayiptir ki, siz "gerçek değil" deyip çıkabilirsiniz yörüngesinden...
Öyle de kolaydır işte o insanları unutmak...

Ve ben size bunları anlatamam…

Siz bunları bilmiyor olabilirsiniz… 
Hiç yaşamamış, hiç de yaşamayacak olabilirsiniz 
ve valla kendiniz bilirsiniz. 

Van otobüsle buradan 48 saat sürebilen bir yol, her yiğit gidemez. 
Yol boyunca “ne işim var benim orada” sorusunu bin kere sorar, 
48. saate girmeden “ne işim olur lan” cevabına varır, 100 kere iner, geri dönersiniz belki.  
O yüzden ben size bir şey demiyorum.

Ama şimdi oralar yıkıldı.
Benim emek verdiğim, tanış olduğum, aşık olduğum 
ismi gibi “yüksel”en insanların evleri tepelerine çöktü… 
zaten hiçbir şeyleri yoktu ki… 
onlar hiçbir şeyin altında kaldılar. 
Onlara gitmeyen, ulaşmayan, onlar yokmuş gibi davranan, 
onlara düşman kesilen ve onları hiç düşünmeyen bir koca coğrafyanın dalgalanması sonucu, 
ucunda kıyısında kaldıkları için, 
halı silkerken en çok püsküllerin hırpalanması gibi, sınırdan öteki tarafa döküldüler.

İnsanlığımızın bittiği uçurumun kenarından aşağıya düştüler.

Çünkü ortak bildiğimiz bir dilde, yardım için haberleşebilecekken 
– dilin adı “İnsanca”; 
öğrenmesi çok zor yabancı bir dilde reddettik birbirimizi anlamayı 
– dilin adı “Zalimce”…

Siz benim yaşadıklarımı yaşamamış olabilirsiniz. 
Pazar günü depremi duyunca sizin yüreğiniz titremiştir de dudağınız uçuklamamıştır belki. 
Siz depreme alışık olabilirsiniz. 
Ama unutulmuşların, 
cevher kadar değerli oldukları keşfedildiği ölçüde sömürülmüşlerin, 
doğaya hiç kötü davranmadıkları halde bir de ona yenilmelerine akıl sır erdiremezsiniz. 
Götürülen epi topu 3 hizmetin – okul, öğrenci yurdu, hastane – 
kafalarında paralanmasının gurur incitme katsayısını anlayamazsınız.

Bu insanların gidecek daha başka yerleri yok, ben size onu söyleyebilirim. 
Size öyle geliyor ama dağları da yok. 
Dağlarda sadece ölüm var. 
Oysa bu insanlar yaşamak istiyor. 
Bu insanlar, 
dün bana Veysel’in dediği gibi bizden sadece “can suyu” alıp yeşermek istiyorlar.

Şimdi ben size ne diyeyim… 
Benim sözlerim, “Nasılsın?” yerine “İyisin?” diye soran, 
oraların hep ılımlı, hep olumlu, hep önce iyiye yoran insanına,
benim belki hepinizden çok kardeşim olanlara duadır. 
Gerisine de beddua…

Vermeyenin, esirgeyenin, önünü kesenin, eleştirenin; 
o çok kıymetli soyunu devam ettirecek uzuvları kopup düşsün, bahtı kapansın, 
afetlerde yalnız kalsın, “düştüğünde kimse onu kaldırmasın” inşallah.

Benim tek diyeceğim bu.

ve umarım Yüksel, iyisindir!

Bir çocuk gördüm uzaklarda
Gözleri kederli hatta korkulu
Her şeye rağmen bir an gülümsedi çocuk
Sıcak sade ama biraz kuşkulu

Bir çocuk sevdim uzaklarda
Sanıyordum ki onun özlemi de buydu
O ise bir bakışta beni örtülerimden
Yalnızca yalnızca duygularıyla soydu

Ben böyle yürek görmedim böyle sevgi
Şimdi çocuk büyümekte günbegün
Bütün hüzünleri okşadı birer birer
Gizli bir ümide sarılarak biraz küskün

Bir çocuk gördüm uzaklarda
Biraz çocuk biraz adam biraz hiçti
Ellerinde yaşlı zaman demetleri
Daha önce denenmemiş yeni bir yol seçti

Bir çocuk sevdim uzaklarda
Bir elinde yarın öbür elinde dün
Erken ihtiyarlamaktan sanki biraz üzgün
Dünyanın haline bakıp güldü geçti

Ben böyle yürek görmedim böyle sevgi
Şimdi çocuk büyümekte günbegün
Bütün hüzünleri okşadı birer birer
Gizli bir ümide sarılıp küstü

Ve umarım Yüksel, küsmemişsindir!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder