(bu yazımız, bu yazı yazılmazsa diğerleri yayınlanamayacağı
için yazılmıştır.
söylenecek bütün diğer sözleri,
sokulacak bütün diğer lafları
manasız ve kifayetsiz kıldığı için
bu yazının yazılmasına mecbur kalınmıştır.
bu
yazımız hiç de bi kere kendimiz için yazılmamıştır…
çok şükür bizim bu yazıdan
öğreneceğimiz yeni bi şey yoktur.
övüneceğimiz de bir şey yoktur ve ona da
şükürdür…
umudumuz, belki içinizden birinin hala öğreneceği bir şey
ya da dönüp
öğretmeye değer bulacağı bir şey vardır.
Tekrar etmek gerekirse bu yazımız
kendimiz için yazılmamıştır…
biz marka değil, şirket değil, ünlü değil, affedersin
bir bok değiliz.
Biz bu hayatta var olma hakkını hak etmeye çalışan,
şu hak
etme mevzuuna fazlasıyla takık,
ne yazık ki böyle yetiştirilmiş,
kendi üzerine
çok giden kullardanız,
hassas ruhlardanız, suçumuz olacaksa bu olsun)
Siz Van Gölü’nde hiç yüzmemiş olabilirsiniz…
Oranın sodalı
suyuna girmesinin ne kadar kolay,
çıkmasının, vücudunuzda bıraktığı kayganlık
ve kayalarda yarattığı yumuşaklık sebebiyle
ne kadar zor olduğunu bilmiyor
olabilirsiniz…
O gölde, suyun hemen üzerinde en alçaktan,
dünyanın en mavi,
çocukların
boyadığı kadar parlak renkli yusufçuklarının uçtuğunu görmemiş olabilirsiniz…
Siz Van’a hiç gitmemiş olabilirsiniz.
Bu sizin suçunuz değil.
Size muhtemelen 8 yaşındaki bir çocuk, merdivenlere oturup,
anlayamadığı için tam anlatamadığı bir şekilde,
bir gün ansızın bütün bir köy
olarak eski bir belediye otobüsüne zorla bindirilip,
balık istifi 18 saat
yolculuktan sonra,
otobüsten indiğinde sağ bacağını ve sağ kolunu
kıpırdatamadığını fark ettiğini de hiç anlatmamıştır. Muhtemelen, siz, çocuğun
anlatırkenki naifliğinden utanıp,
gözyaşlarınızı nereye akıtacağınızı da
bilememekten,
sesinizin tamamen kısılması gibi tuhaf bir takip eden 24 saat de
yaşamamışsınızdır.
Hatta hayat bu ya, nereden denk gelecek size,
bu çocuğun
kendine has komikliğiyle sizin ensenize vurup,
“Hop Abla noluyo yaaa, senin
koluna bacağına olmadı ya, abartma”
diye dürtmesine de şahit olmamışsınızdır
– olayların sizin dışınızda geliştiğine emin olduğunuz bir uzaylı mesafesine eriştiğiniz için
diye dürtmesine de şahit olmamışsınızdır
– olayların sizin dışınızda geliştiğine emin olduğunuz bir uzaylı mesafesine eriştiğiniz için
şahitliktir orada olan… yaşanmışlık değil artık…
Şu da olmamıştır size muhtemelen…
Kutu kutu bakliyatla,
utana sıkıla, ben kimim ki kime yardım ediyorum olmamışlığıyla,
erzak yardımına
gittiğiniz ve sizi temin ederim,
şehir bölge planlamacı olmaya gerek yok,
dünya üzerinde 1 tane ev yıkma hakkı verseler
dünya üzerinde 1 tane ev yıkma hakkı verseler
kesinlikle yıkacağınız ev aha bu
diyeceğim bir evde yaşayan
– virajı alamayan
herhangi bir araba bu eve girer ve bu evi yıkar çünkü ev öyle bir yol
ortasında;
o dünya şekeri aileye misafir olup,
bütün gelen bakliyatı
size muhteşem bir ayran aşına dönüştüren kadına inanamamışlığınız da olmamıştır…
size muhteşem bir ayran aşına dönüştüren kadına inanamamışlığınız da olmamıştır…
Belki gerçek aşkı kendi çocuğunuzda nihayet tatmış
ya da
gerçek aşkın gerçek manasına onunla ulaşmışsınızdır…
Ama “sesinde volkanlar
patlayan”, “tevazusuyla alçak uçup”
ismi gibi, ayağının bastığı yeri titretmesi
gibi,
“bu topraktan yükselen” bir çocukla hiç tanışmamışsınızdır.
“Bir çocuk
sevdim uzaklarda” şarkısının
hayatınızda herhangi bir manaya gelmiyor olmasını benim anlamam mümkün…
Siz muhtemelen benim o şarkıda neden hep ağladığımı hiç anlamamışsınızdır.
Siz belki, inci kefallerinin atladığı suya kafanızı sokup,
o
toprakların dondurucu soğuğuyla hiç tanışmamışsınızdır – karpuzları çatır çatır
çatlatan…
(ben ilk brain freeze'imi hayır smoothie ile değil, o nehirle yaşadım!)
7 dil konuşan, 7 yaşındaki kale rehberleriyle ahbap olmamışsınızdır.
Ahbap
olsak yine iyi… Abone olduk!
Ne dense tersini yapan, tuvaletini bile inadına
tuvalete yapmayan,
üstüne bir şey giymeyi de reddeden,
ama yüzünden gülücükleri
asla eksiltmeyen, hatta inadına gülen
ve ismi mucizevi şekilde “Serbest” olan –
nüfusa böyle kayıtlı!,
o dünya zekisi 5 yaşındaki velet sayesinde yer yüzündeki
bütün dertlerinizi unutmamışsınızdır.
Siz muhtemelen “OHAL” nedir bilmezsiniz…
“OHAL”in bir
uzaktan kumanda olduğunu da…
Çünkü siz şehirden belli bir saatte çıkıp, gölde
yüzmek, göl kenarında rakı içip kafa çekmek derken,
“curfew”ı kaçırıp, şehre
otostopla girmek zorunda kalmaktan korkarsınız.
Ama sizi, içinde mor ışıkları,
vites kolu yanındaki viskisi ve çereziyle karşılayan,
“gençler siz bizim
gururumuzsunuz” konuşması yapmayı bir gurur sayan,
jandarmaya selam çakıp,
sizi de evinize kadar bırakan bir Mercedes hiç yoldan almamıştır muhtemelen…
sizi de evinize kadar bırakan bir Mercedes hiç yoldan almamıştır muhtemelen…
- çünkü
başka şehirdeki Mercedes, bmw ve audi’ler sapıklar tarafından kullanılmaktadır,
yozlaşmışlık nedir çok iyi bilirsiniz, biliriz oysa; ama bunu anlayamaz,
anlatamazsınız.
Hoş bunu yapmayan, ambulansa da otostop çekmemiştir, “abi
bizi göle atar mısın” diye…
Dönüşte, kulağında kulaklık, gözünde güneş gözlüğü,
mini etek, pareo, kızlı erkekli;
her koltuk başında dantel örtüsü olan,
radyosunda “Hz Muhammed, cenneti, önce annelerimiz, sonra şehitlerimiz…” diye
dert anlatan
bir Anadol’a da misafir olmamışsınızdır hiç…
Üstelik 75’er
yaşındaki şoför dedenin kelinde hacı takkesi,
başı örtülü karısının da elinde
danteli varken,
sizi buyur edip, sizi hiç de yargılamamalarına şahit
olmamışsınızdır.
Kızlı erkekli demişken…
Herkes ayrı odada kalıyor olmasına
rağmen,
gece 12’den sonra geldiğiniz için sokağa da atılmamışsınızdır
muhtemelen bir devlet yurdunda…
Bavullarınızı sokaklarda bulmamışsınızdır hiç.
Valiliğe kadar çıkıp – ki benim otoriteye ve hiyerarşiye ve sokmuşum
mertebesine bakış açımın
ne kadar eski ve yırtıcı olduğunu artık ben daha nasıl
anlatayım bilemiyorum, al sana mis gibi örnek:
“Benim babam beni taa İzmir’den,
bu ülkenin öbür ucundan, otobüse bindirdi, buraya uğurladı
ve bana bir kere
bile sormadı “ne işin var orada” diye,
babam güvenmiş beni buraya yollamış, siz
sokağa atıyorsunuz,
siz benim babama ne hesap vereceksiniz onu bana bi der misiniz
yalovadan vana atanmış bi tarafımın valisi kaymakamı?!” diye de
bağırmamışsınızdır muhtemelen…
Siz Erciş’in gölün öbür kıyısı, Gevaş’a göre suyun öte
tarafı olduğunu bilmezsiniz.
Bir zamanlar bu şehirde mini etekli kızların sinemaya
gittiğini de bilmezsiniz,
anlatacak kimseyi tanımıyor olabilirsiniz.
İki oğlunu
iki farklı yola şehit veren annenin sadece filmlerde olduğunu düşünüyor
olabilirsiniz.
Acının tıpatıp aynı
olduğunu 40 kere söylesem "kurmaca" gelebilir size.
Çünkü ne yazık ki çok acayiptir orada yaşananlar.
O kadar acayiptir ki, siz "gerçek değil" deyip çıkabilirsiniz yörüngesinden...
Öyle de kolaydır işte o insanları unutmak...
O kadar acayiptir ki, siz "gerçek değil" deyip çıkabilirsiniz yörüngesinden...
Öyle de kolaydır işte o insanları unutmak...
Ve ben size bunları anlatamam…
Siz bunları bilmiyor olabilirsiniz…
Hiç yaşamamış, hiç de
yaşamayacak olabilirsiniz
ve valla kendiniz bilirsiniz.
Van otobüsle buradan 48
saat sürebilen bir yol, her yiğit gidemez.
Yol boyunca “ne işim var benim orada”
sorusunu bin kere sorar,
48. saate girmeden “ne işim olur lan” cevabına varır,
100 kere iner, geri dönersiniz belki.
O
yüzden ben size bir şey demiyorum.
Ama şimdi oralar yıkıldı.
Benim emek verdiğim, tanış olduğum, aşık olduğum
ismi gibi “yüksel”en
insanların evleri tepelerine çöktü…
zaten hiçbir şeyleri yoktu ki…
onlar hiçbir
şeyin altında kaldılar.
Onlara gitmeyen, ulaşmayan, onlar yokmuş gibi davranan,
onlara düşman kesilen ve onları hiç düşünmeyen bir koca coğrafyanın
dalgalanması sonucu,
ucunda kıyısında kaldıkları için,
halı silkerken en çok püsküllerin
hırpalanması gibi, sınırdan öteki tarafa döküldüler.
İnsanlığımızın bittiği uçurumun kenarından aşağıya düştüler.
Çünkü ortak bildiğimiz bir dilde, yardım için
haberleşebilecekken
– dilin adı “İnsanca”;
öğrenmesi çok zor yabancı bir dilde
reddettik birbirimizi anlamayı
– dilin adı “Zalimce”…
Siz benim yaşadıklarımı yaşamamış olabilirsiniz.
Pazar günü
depremi duyunca sizin yüreğiniz titremiştir de dudağınız uçuklamamıştır belki.
Siz
depreme alışık olabilirsiniz.
Ama unutulmuşların,
cevher kadar değerli
oldukları keşfedildiği ölçüde sömürülmüşlerin,
doğaya hiç kötü davranmadıkları
halde bir de ona yenilmelerine akıl sır erdiremezsiniz.
Götürülen epi topu 3
hizmetin – okul, öğrenci yurdu, hastane –
kafalarında paralanmasının gurur
incitme katsayısını anlayamazsınız.
Bu insanların gidecek daha başka yerleri yok, ben size onu
söyleyebilirim.
Size öyle geliyor ama dağları da yok.
Dağlarda sadece ölüm var.
Oysa bu insanlar yaşamak istiyor.
Bu insanlar,
dün bana Veysel’in dediği gibi bizden
sadece “can suyu” alıp yeşermek istiyorlar.
Şimdi ben size ne diyeyim…
Benim sözlerim, “Nasılsın?”
yerine “İyisin?” diye soran,
oraların hep ılımlı, hep olumlu, hep önce iyiye
yoran insanına,
benim belki hepinizden çok kardeşim olanlara duadır.
Gerisine de beddua…
Vermeyenin, esirgeyenin, önünü kesenin, eleştirenin;
o çok
kıymetli soyunu devam ettirecek uzuvları kopup düşsün, bahtı kapansın,
afetlerde yalnız kalsın, “düştüğünde kimse onu kaldırmasın” inşallah.
Benim tek diyeceğim bu.
ve umarım Yüksel, iyisindir!
Bir çocuk gördüm uzaklarda
Gözleri kederli hatta korkulu
Her şeye rağmen bir an gülümsedi çocuk
Sıcak sade ama biraz kuşkulu
Bir çocuk sevdim uzaklarda
Sanıyordum ki onun özlemi de buydu
O ise bir bakışta beni örtülerimden
Yalnızca yalnızca duygularıyla soydu
Ben böyle yürek görmedim böyle sevgi
Şimdi çocuk büyümekte günbegün
Bütün hüzünleri okşadı birer birer
Gizli bir ümide sarılarak biraz küskün
Bir çocuk gördüm uzaklarda
Biraz çocuk biraz adam biraz hiçti
Ellerinde yaşlı zaman demetleri
Daha önce denenmemiş yeni bir yol seçti
Bir çocuk sevdim uzaklarda
Bir elinde yarın öbür elinde dün
Erken ihtiyarlamaktan sanki biraz üzgün
Dünyanın haline bakıp güldü geçti
Ben böyle yürek görmedim böyle sevgi
Şimdi çocuk büyümekte günbegün
Bütün hüzünleri okşadı birer birer
Gizli bir ümide sarılıp küstü
Ve umarım Yüksel, küsmemişsindir!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder