27 Ekim 2014 Pazartesi

iyi niyetlerin suistimali - suicidal mode on!

(bu yazımız uzun zamandır bu bloga yazmayan, çünkü bu blogdan ebola bulaşacakmış gibi tırsan, bizzat beni, benim bu iflah olmaz 'gözlerimi açmazsam görmem, görmezsem olmamış sayılır' çocuksuluğumu AFERİİİİNLER eşliğinde, 

sanki fareler basmış, kapağını hiç açmazsam hastalık bulaşmaz sandığım bloguma hasret kalmama sebep salaklığımı kutlamak için yazılmıştır. 

ama bir yandan da ya allah diyerek çareyi yine yazmakta bulmamı sağlayan, iyi niyetimi suistimal ede ede beni intiharın eşiğine getirenlere allah razı olsunlar sizden / allah belanızı versinler bizden demek için yazılmıştır.

TAAAAM MI?!?!

o derece de sinirle yazılmıştır!)

eeyyyy sen kendini herkesin üzerinde gören, haklılıkların üstüste serilmiş döşekler gibi durduğu kulenin tepesinde ikamet ederken, bir küçücük haksızlık tanesini onca döşeğin altından kıçına batan diken gibi hisseden, çok idealist, çok bilen, her şeye bir cevabı olan ve kendini ifade yeteneğinin aşmışlığından ağız tadıyla bir kavga bile edilemeyen sen...

sen.

ben.

noldu yine?
insanlıkla anlaşamamışsınız.
yine kavga etmişsiniz?
ağzını yüzünü kırmışsın çocukların.
anaları aradı.
oynatmayacaklarmış artık seni, almayacaklarmış aralarına.
almayın dedim ben de.
müstehak.

seninle mi uğraşacağım?!?!

sen çok iyi niyetliymişsin, çok tatlıymışsın, sabrının sınırı yokmuş, arşlara erermiş, hep bir sukunet, hep bir altan alma, olgunlukta lider, zekada önder, yine elinden geleni yapmalar şampiyonu, sen nesin sen - gözlerim kamaştı yemin ederim aurandan! ışıl ışıl kımıl kımıl parlıyorsun orada, az bulunan hint kumaşının kadifelisi.

yine yaptın yapacağını.
yine hooop hayatından son bir haftada sonsuza dek eksilenlerin sayısı 3.
bu ne hız, bu ne şiddet, bu celal.
bu ne kapanmaz bir yara, bu ne kan, ambulannsss hastaneee, feryat figan.

sen adam olamazsın.
seeeen, hiçbir şey olamazsın.
aile olamazsın, ekip olamazsın, kahraman olamazsın, kazanan olamazsın.
hep küçük şeylere takılan, takıldığı yerden yerlere yuvarlanan, kolunu bacağını kıran, hesabın büyüğüne kafası hiç çalışmayan, hep küçük hesap yapmaktan sınıfta kalan sen.

senin küstüğün milyonların hiçbir tanesi senin neden küstüğünü bilmiyor.
küstüğünü bile bilmiyor.
merhaba salak tavşan.
bu da kocaman, yüce bir dağ.

sen mağrur mağrur yürü koridorlarda.
kimse anlamıyor. neyse ki.
anladıklarında da çok geç oluyor.

sen de sonuçta bir yerlere geldin bu hayatta.
kimsenin tam olarak sorunun sende olduğunu düşünemeyeceği kadar yükseldin.
bütün problemin sadece sende olduğunu sanıp rahatlamalarını sağlayacak kadar da düşmansın artık, o saflara karıştın.

sen artık iyi insan olamazsın.
sen artık kötüsün.
iyi insan olmaya çalıştıkça, beceremeyeceksin.
ya işler kötüye gidecek, ya insanlık.

sen tabii kendinde suç bulmayacağın için...
insanlıkla kavga etmeye devam edeceksin.
hıncını alamayan 5 yaşındakiler gibi ağzını açmadan gözünü patlatacaksın feleğin.
kimse nereden geldiğini anlayamadan öfkenin, parlayıp, söneceksin.
yanıp tutuşmuş kül olmuş ne varsa da çabucak ayağınla iteleyip gözünün önünden süpüreceksin.

o nasıl bir öfkeyse diyecekler.
bize çarpan kamyonun plakasını alan oldu mu da diyecekler.
şimşek mi çaktı, gözüm mü kamaştı da diyebilirler.
daha neler neleeeer.

bilmeyecekler.

iyi niyet tertemiz, berrak, kocaman bardak bir su çünkü.
her şeyi gösterir gibi yapıp, içini hiç göstermeyen.
çok lezzetli, çok doğal, pınarından, kaynağından şifası içinde bir hayat.
ama kimsede yok.
sende olanı bırak bir bakışta tanımayı.
sen yapıyorsun, ediyorsun da kim biliyor.
kim anlıyor.
alnına bir post-itle yapıştırıp gezsen belki.
"her şey bunlar buralar hep iyi niyet" desen belki.
hiç durmadan temcit pilavı gibi tekrar etsen.

ama yok.
yine de akıllarında kalmaz.
su bu. hafızalarda durmaz. akıp gider. uçar. buhar olur.
pratiklerinde olmadığından, hani artık şu gün şu coğrafyada iş de yapmadığından...
iyi niyet bir saatli bomba.
iyi niyet, merakından sırf, yabancı bir pipiye işaret parmağıyla yaklaşan küçük bir kız.
ona kimse gülmüyor.
onu skyorlar afedersin.
düzü, türkçesi bu.

iyi insanlar intihar ediyor sonra.
hep bu yüzden koçum, hep incelikler yüzünden.
tek taraflı kazandıran, sana hiç kazandırmadığından asil bulduğun o ince hesaplar yüzünden.

ye şu üzümden.
garson.
tüm ince hesaplar benden.
bu gece kapattık ispanyol meyhanesini.
içiyoruz.
sonunu biliyorsun.

ama biz bu gece de ölmüyoruz.
işimiz var hayatla.

o bakımdan hooop (tokuş) ---- (bir de masadan vuruş)

boğazdan aşağıya yumuşak iniş.

haydaaa....



23 Şubat 2012 Perşembe

bir mükemmel adam


(bu yazımızda büyük harf kullanılmamıştır…
bir mükemmel adamın tevazusu karşısında saygıda kusur etmemek için…

bu yazımızda size büyük büyük laflar etmişiz gibi gelebilir…
büyük lafları yalnızca birer büyük laf olarak algılayanlar, o lafların karşılığını, velhasıl derinliğini hiç hissetmemiş, hep uzaktan baktıkları için, büyük demiş, küçümsemiş olanlardır.
o laflarımız o insanlara zaten değildir.

bu gece hissettiğimiz bütün güzel duygular her zaman olduğu gibi bir mükemmel adamın eseridir.
o bu yazıyı çağırmıştır.
bu yazı son üç yıldır birikmiştir.
ve umarım ömrümün sonuna kadar tüm yeni sözlerim yine hep onunla birikir.

küçükharfebakmayınkocamannot:
ağzıyla, gözüyle nazar değdirecek olanlarınıza da şimdiden bildirilir,
o ağızlar kırılır, o gözler oyulur, söylemedi demeyin; 
41 kere maşallahınızı esirgemeyin, beni delirtmeyin!  J)

nerdeeee o mükemmel adam diyenler…
diyen. sen.
sana diyorum.

arada bir gelenler gidenler oluyor ama mükemmel miydi anlayamıyorum diyen…
burnunun ucunda mükemmel adam yetiştiği halde göremeyen…
sen.
aslında senin için yazdım.

dilerim ki, baktığın, bakacağın yönleri aydınlatır bu yazı.
bakar körlüklerin biter.
görünce tanırsın artık, ufuktan bile geçse tespit edip, üstüne atlarsın…
eşek diilsen.

nereden tanırım mı diyorsun…
o zaman ben de hemen konuya giriyorum :)
o adamı her şeyden önce yeni doğmuş bebekleri tanıdığın yerden, 
yani kokusundan ve uykusundan tanırsın…

bu mükemmel adam, uykusunda dünyanın en güzel adamı olan adamdır.
aradığın en temel resim budur, bunu zihinlere bir kazıyalım…

bu adam çocuk ellerinde seni büyütebilecek kadar çok şefkat taşıyan
ve vermekten hiç usanmayan adamdır.
hangi durumlarda yüzüne, hangi durumlarda saçına dokunacağını,
hangi durumlarda yüzünü çenenden tutup kaldıracağını,
hangi durumlarda kafanın tepesinden bastırıp seni göğsüne gömeceğini bilir o eller. 
nasıl bildiğine, o an nasıl iyi geldiğine sen inanamazsın,
o, senin şaşkınlığına şaşırır.

güneşe dönen ayçiçekleri gibi, sen ne zaman sadece sana has hallere girsen,
sandalyeye uzatılmış ayak parmaklarını manasızca çırpsan mesela,
sana yeniden kapılır.

yüzünde “bunu bir tek ben görüyorum” diyebilmenin tuhaf gururu vardır…
o çırpılan ayaklar,
ya da mesela,
uykuda sanki uçurumdan düşecek gibi sıkı sıkı pijamaya tutunan eller
onu mutlu etmeye yeter…

kavgalar da hep kısa sürer…

bu mükemmel adam kimsenin söylemeye cesaret edemediği gerçekleri söyler sana…
hatanı, eksiğini, fazlanı,
kırgınlığı varsa kırgınlığıyla, kızgınlığıyla,
anlayamamışsa şaşkınlığıyla beraber…
ama dünyanın en güzel türkçesiyle…
kimsenin ağzından çıkanlar bu kadar anlaşılır olamaz…
bu kadar yargısız, bu kadar haklı, bu kadar dost…
edebi kabiliyetleri çok yüksek olduğu için değil,
gönlünden bakmayı bildiği ve sana kendinden bile daha taraf bir yerde durduğuna emin olduğu için…

annen bazen der ya, “evladım ben senin kötülüğünü istiyor olabilir miyim?”,
 annelere inanılmaz bazen ama bu mükemmel adama hep inanılır…
çünkü onun elinde olmayan bir şeyden çok,
bilerek isteyerek kastederek yaptığı şeydir seni sevmek…
seni her gün daha sevilebilir kılmaktır yapmaya çalıştığı,
en çok kendin için, kendin tarafından…
çünkü bu mükemmel adam bilir,
dünyanın en güzel kadını, kendini seven, affeden, tamir edebilen kadınıdır…

havanın mükemmel olduğu,
hayat enerjisinin her yerde tavan yaptığı günlerde,
bütün derdi insan içine çıkarmak olur seni…

çünkü “yalnızlığım benim” diyebilmek ister sana,
senin kendini dünyaya kapatasın olsa da, hava güneşliyse, güneşsiz ve yalnız bırakmaz seni asla…

eli hiç boş gelmez…
meyve getirir, bisküvi getirir, fındık getirir, vitamin getirir, kemirilecek kraker getirir.
kimi zaman şansı yaver gider, senin en çok sevdiğin şeyleri bulur getirir.
gelen kendisi bile olsa, kapıda seni o karşılar…
güler yüzle, seni gördüğüne dair bir sevinçle mutlaka karşılar seni…

yaptıklarını, yazdıklarını, tanıdıklarını, olayları, anlattıklarını sorgular,
en ince detayına kadar, 3 yaşındaki bir çocuk merakıyla…
seni tanımak, anlamak, yardım etmek, yolundan çekilmek, bir taş da o ekleyebilmek için…
eksik anlatırsan, kızar, kırılır, bozulur, dökülür,
çünkü sana yakıştıramaz.,
ama sen bunu anlayamayıp, “sınav mı oluyorum” diye postayı koyarsan,
pişman olur, çok pişman olur; sen üzülürsen çünkü o çok çok çok üzülür…

mükemmel bir adam, seviyorum demeyi bilir elbette…
ama en tipik özelliği bu değildir.
seviyorum da der sık sık ama en çok dayanamıyorum der…
üzülmene, hasta olmana, kırılmana, işin içinden çıkamamalarına,
hayat karşısında bazen çok zorlanmana, bu yükü taşımana, sofrayı kaldırırken yorulmana…
o dayanamadıkça sana, sen ona dayanırsın, yaslanırsın,
bütün ağırlığınca onun omuzlarında yükselen bir dünyaya, arka üstü kendini bırakırsın…
o varken düşmezsin…
kaldırımdan, tümsekten, tuzağın içine, komplonun göbeğine…
zerafet içinde çekip çıkarır seni… çekip çıkarır ve susar… gülerek…
ne yaptın da düştün demeden, kıyamam diyerek…

ayrılmak ne bir konudur onun için ne bir sonuç ne bir tehdit ne bir ihtimal…
ayrılmak, küçük ve sorunlu bir kızın ağzında gereksiz ve şımarık bir sözdür.
onda bunun kelime anlamı karşılığı yoktur.
kimi zaman sinirlendirse de onu, en çok güldürür.
ve hani, matematik öğretmenleri vardır,
sınavda sorduğu sorunun yanına parantez içinde “Bu yolla çözmeyiniz” diye bir not düşer,
işte onlar gibi,
ayrılığın yanına not düşmüştür: “Bu yolla çözmeyiniz.”

yasaklar koyar böyle…
içine atmayı da yasaklar sana.
attığın bütün topları yakalayacaktır çünkü, neden boşuna hepsini taşıyorsun der, haklıdır.
biriktirip, kucağına bir anda bile bıraksan,
sonuç, “ne demek istediğini şimdi anladım” diyen bir sen olursun,
biriktirdiğine pişman…

aranıza hiçbir şey giremez.
insanlar, yorganlar, yollar, ufak tefek hatalar…
imkanlı, imkansız her şeyin bir oluru vardır onun için…
bu hayatta olabilecekleri ve olamayacakları senin göz bebeğinin içine bakarak bilir.
sen ne kadar çok istiyorsan, o kadar çok olabilirdir çünkü.

son olarak…
dünyanın sevgilisi ve sağ duyusudur.
ve bunları okuduğunda, yüzü kızarıp, hepsini tamamen reddedip,
utancından ve tevazusundan,
benim onu biraz fazla abarttığımı düşünüp,
“ya öyle olmadığımı anlarsa” korkusundan,
yine de çok mutlu olup beni öpüp, bu yazıyı buraya koymama izin vermeyendir.

ama ben arkadan dolaşıp koyarım.
J
çünkü bu hayatta kendimle ilgili en çok gurur duyduğum şey,
sensin sevgilim!

J

26 Ekim 2011 Çarşamba

"Can suyu"



(bu yazımız, bu yazı yazılmazsa diğerleri yayınlanamayacağı için yazılmıştır. 
söylenecek bütün diğer sözleri, 
sokulacak bütün diğer lafları manasız ve kifayetsiz kıldığı için 
bu yazının yazılmasına mecbur kalınmıştır. 
bu yazımız hiç de bi kere kendimiz için yazılmamıştır… 
çok şükür bizim bu yazıdan öğreneceğimiz yeni bi şey yoktur. 
övüneceğimiz de bir şey yoktur ve ona da şükürdür…
umudumuz, belki içinizden birinin hala öğreneceği bir şey 
ya da dönüp öğretmeye değer bulacağı bir şey vardır. 
Tekrar etmek gerekirse bu yazımız kendimiz için yazılmamıştır… 
biz marka değil, şirket değil, ünlü değil, affedersin bir bok değiliz. 
Biz bu hayatta var olma hakkını hak etmeye çalışan, 
şu hak etme mevzuuna fazlasıyla takık, 
ne yazık ki böyle yetiştirilmiş, 
kendi üzerine çok giden kullardanız, 
hassas ruhlardanız, suçumuz olacaksa bu olsun)

Siz Van Gölü’nde hiç yüzmemiş olabilirsiniz… 
Oranın sodalı suyuna girmesinin ne kadar kolay, 
çıkmasının, vücudunuzda bıraktığı kayganlık ve kayalarda yarattığı yumuşaklık sebebiyle 
ne kadar zor olduğunu bilmiyor olabilirsiniz… 
O gölde, suyun hemen üzerinde en alçaktan, 
dünyanın en mavi, 
çocukların boyadığı kadar parlak renkli yusufçuklarının uçtuğunu görmemiş olabilirsiniz… 
Siz Van’a hiç gitmemiş olabilirsiniz. 
Bu sizin suçunuz değil.

Size muhtemelen 8 yaşındaki bir çocuk, merdivenlere oturup, 
anlayamadığı için tam anlatamadığı bir şekilde, 
bir gün ansızın bütün bir köy olarak eski bir belediye otobüsüne zorla bindirilip, 
balık istifi 18 saat yolculuktan sonra, 
otobüsten indiğinde sağ bacağını ve sağ kolunu kıpırdatamadığını fark ettiğini de hiç anlatmamıştır. Muhtemelen, siz, çocuğun anlatırkenki naifliğinden utanıp, 
gözyaşlarınızı nereye akıtacağınızı da bilememekten, 
sesinizin tamamen kısılması gibi tuhaf bir takip eden 24 saat de yaşamamışsınızdır. 
Hatta hayat bu ya, nereden denk gelecek size, 
bu çocuğun kendine has komikliğiyle sizin ensenize vurup, 
“Hop Abla noluyo yaaa, senin koluna bacağına olmadı ya, abartma”
diye dürtmesine de şahit olmamışsınızdır
– olayların sizin dışınızda geliştiğine emin olduğunuz bir uzaylı mesafesine eriştiğiniz için 
şahitliktir orada olan… yaşanmışlık değil artık…

Şu da olmamıştır size muhtemelen… 
Kutu kutu bakliyatla, utana sıkıla, ben kimim ki kime yardım ediyorum olmamışlığıyla, 
erzak yardımına gittiğiniz ve sizi temin ederim, 
şehir bölge planlamacı olmaya gerek yok,
dünya üzerinde 1 tane ev yıkma hakkı verseler 
kesinlikle yıkacağınız ev aha bu diyeceğim  bir evde yaşayan 
– virajı alamayan herhangi bir araba bu eve girer ve bu evi yıkar çünkü ev öyle bir yol ortasında; 
o dünya şekeri aileye misafir olup, 
bütün gelen bakliyatı
size muhteşem bir ayran aşına dönüştüren kadına inanamamışlığınız da olmamıştır…

Belki gerçek aşkı kendi çocuğunuzda nihayet tatmış 
ya da gerçek aşkın gerçek manasına onunla ulaşmışsınızdır… 
Ama “sesinde volkanlar patlayan”, “tevazusuyla alçak uçup” 
ismi gibi, ayağının bastığı yeri titretmesi gibi, 
“bu topraktan yükselen” bir çocukla hiç tanışmamışsınızdır. 
“Bir çocuk sevdim uzaklarda” şarkısının 
hayatınızda herhangi bir manaya gelmiyor olmasını benim anlamam mümkün… 
Siz muhtemelen benim o şarkıda neden hep ağladığımı hiç anlamamışsınızdır.

Siz belki, inci kefallerinin atladığı suya kafanızı sokup, 
o toprakların dondurucu soğuğuyla hiç tanışmamışsınızdır – karpuzları çatır çatır çatlatan… 
(ben ilk brain freeze'imi hayır smoothie ile değil, o nehirle yaşadım!)
7 dil konuşan, 7 yaşındaki kale rehberleriyle ahbap olmamışsınızdır. 
Ahbap olsak yine iyi… Abone olduk! 
Ne dense tersini yapan, tuvaletini bile inadına tuvalete yapmayan, 
üstüne bir şey giymeyi de reddeden, 
ama yüzünden gülücükleri asla eksiltmeyen, hatta inadına gülen 
ve ismi mucizevi şekilde “Serbest” olan – nüfusa böyle kayıtlı!, 
o dünya zekisi 5 yaşındaki velet sayesinde yer yüzündeki bütün dertlerinizi unutmamışsınızdır.

Siz muhtemelen “OHAL” nedir bilmezsiniz… 
“OHAL”in bir uzaktan kumanda olduğunu da… 
Çünkü siz şehirden belli bir saatte çıkıp, gölde yüzmek, göl kenarında rakı içip kafa çekmek derken, 
“curfew”ı kaçırıp, şehre otostopla girmek zorunda kalmaktan korkarsınız. 
Ama sizi, içinde mor ışıkları, vites kolu yanındaki viskisi ve çereziyle karşılayan, 
“gençler siz bizim gururumuzsunuz” konuşması yapmayı bir gurur sayan, 
jandarmaya selam çakıp,
sizi de evinize kadar bırakan bir Mercedes hiç yoldan almamıştır muhtemelen… 
- çünkü başka şehirdeki Mercedes, bmw ve audi’ler sapıklar tarafından kullanılmaktadır, 
yozlaşmışlık nedir çok iyi bilirsiniz, biliriz oysa; ama bunu anlayamaz, anlatamazsınız.

Hoş bunu yapmayan, ambulansa da otostop çekmemiştir, “abi bizi göle atar mısın” diye… 
Dönüşte, kulağında kulaklık, gözünde güneş gözlüğü, mini etek, pareo, kızlı erkekli; 
her koltuk başında dantel örtüsü olan, 
radyosunda “Hz Muhammed, cenneti, önce annelerimiz, sonra şehitlerimiz…” diye dert anlatan 
bir Anadol’a da misafir olmamışsınızdır hiç… 
Üstelik 75’er yaşındaki şoför dedenin kelinde hacı takkesi, 
başı örtülü karısının da elinde danteli varken, 
sizi buyur edip, sizi hiç de yargılamamalarına şahit olmamışsınızdır.

Kızlı erkekli demişken… 
Herkes ayrı odada kalıyor olmasına rağmen, 
gece 12’den sonra geldiğiniz için sokağa da atılmamışsınızdır muhtemelen bir devlet yurdunda… 
Bavullarınızı sokaklarda bulmamışsınızdır hiç. 
Valiliğe kadar çıkıp – ki benim otoriteye ve hiyerarşiye ve sokmuşum mertebesine bakış açımın 
ne kadar eski ve yırtıcı olduğunu artık ben daha nasıl anlatayım bilemiyorum, al sana mis gibi örnek: 
“Benim babam beni taa İzmir’den, bu ülkenin öbür ucundan, otobüse bindirdi, buraya uğurladı 
ve bana bir kere bile sormadı “ne işin var orada” diye, 
babam güvenmiş beni buraya yollamış, siz sokağa atıyorsunuz, 
siz benim babama ne hesap vereceksiniz onu bana bi der misiniz 
yalovadan vana atanmış bi tarafımın valisi kaymakamı?!” diye de bağırmamışsınızdır muhtemelen…

Siz Erciş’in gölün öbür kıyısı, Gevaş’a göre suyun öte tarafı olduğunu bilmezsiniz. 
Bir zamanlar bu şehirde mini etekli kızların sinemaya gittiğini de bilmezsiniz, 
anlatacak kimseyi tanımıyor olabilirsiniz. 
İki oğlunu iki farklı yola şehit veren annenin sadece filmlerde olduğunu düşünüyor olabilirsiniz.  
Acının tıpatıp aynı olduğunu 40 kere söylesem "kurmaca" gelebilir size. 
Çünkü ne yazık ki çok acayiptir orada yaşananlar.
O kadar acayiptir ki, siz "gerçek değil" deyip çıkabilirsiniz yörüngesinden...
Öyle de kolaydır işte o insanları unutmak...

Ve ben size bunları anlatamam…

Siz bunları bilmiyor olabilirsiniz… 
Hiç yaşamamış, hiç de yaşamayacak olabilirsiniz 
ve valla kendiniz bilirsiniz. 

Van otobüsle buradan 48 saat sürebilen bir yol, her yiğit gidemez. 
Yol boyunca “ne işim var benim orada” sorusunu bin kere sorar, 
48. saate girmeden “ne işim olur lan” cevabına varır, 100 kere iner, geri dönersiniz belki.  
O yüzden ben size bir şey demiyorum.

Ama şimdi oralar yıkıldı.
Benim emek verdiğim, tanış olduğum, aşık olduğum 
ismi gibi “yüksel”en insanların evleri tepelerine çöktü… 
zaten hiçbir şeyleri yoktu ki… 
onlar hiçbir şeyin altında kaldılar. 
Onlara gitmeyen, ulaşmayan, onlar yokmuş gibi davranan, 
onlara düşman kesilen ve onları hiç düşünmeyen bir koca coğrafyanın dalgalanması sonucu, 
ucunda kıyısında kaldıkları için, 
halı silkerken en çok püsküllerin hırpalanması gibi, sınırdan öteki tarafa döküldüler.

İnsanlığımızın bittiği uçurumun kenarından aşağıya düştüler.

Çünkü ortak bildiğimiz bir dilde, yardım için haberleşebilecekken 
– dilin adı “İnsanca”; 
öğrenmesi çok zor yabancı bir dilde reddettik birbirimizi anlamayı 
– dilin adı “Zalimce”…

Siz benim yaşadıklarımı yaşamamış olabilirsiniz. 
Pazar günü depremi duyunca sizin yüreğiniz titremiştir de dudağınız uçuklamamıştır belki. 
Siz depreme alışık olabilirsiniz. 
Ama unutulmuşların, 
cevher kadar değerli oldukları keşfedildiği ölçüde sömürülmüşlerin, 
doğaya hiç kötü davranmadıkları halde bir de ona yenilmelerine akıl sır erdiremezsiniz. 
Götürülen epi topu 3 hizmetin – okul, öğrenci yurdu, hastane – 
kafalarında paralanmasının gurur incitme katsayısını anlayamazsınız.

Bu insanların gidecek daha başka yerleri yok, ben size onu söyleyebilirim. 
Size öyle geliyor ama dağları da yok. 
Dağlarda sadece ölüm var. 
Oysa bu insanlar yaşamak istiyor. 
Bu insanlar, 
dün bana Veysel’in dediği gibi bizden sadece “can suyu” alıp yeşermek istiyorlar.

Şimdi ben size ne diyeyim… 
Benim sözlerim, “Nasılsın?” yerine “İyisin?” diye soran, 
oraların hep ılımlı, hep olumlu, hep önce iyiye yoran insanına,
benim belki hepinizden çok kardeşim olanlara duadır. 
Gerisine de beddua…

Vermeyenin, esirgeyenin, önünü kesenin, eleştirenin; 
o çok kıymetli soyunu devam ettirecek uzuvları kopup düşsün, bahtı kapansın, 
afetlerde yalnız kalsın, “düştüğünde kimse onu kaldırmasın” inşallah.

Benim tek diyeceğim bu.

ve umarım Yüksel, iyisindir!

Bir çocuk gördüm uzaklarda
Gözleri kederli hatta korkulu
Her şeye rağmen bir an gülümsedi çocuk
Sıcak sade ama biraz kuşkulu

Bir çocuk sevdim uzaklarda
Sanıyordum ki onun özlemi de buydu
O ise bir bakışta beni örtülerimden
Yalnızca yalnızca duygularıyla soydu

Ben böyle yürek görmedim böyle sevgi
Şimdi çocuk büyümekte günbegün
Bütün hüzünleri okşadı birer birer
Gizli bir ümide sarılarak biraz küskün

Bir çocuk gördüm uzaklarda
Biraz çocuk biraz adam biraz hiçti
Ellerinde yaşlı zaman demetleri
Daha önce denenmemiş yeni bir yol seçti

Bir çocuk sevdim uzaklarda
Bir elinde yarın öbür elinde dün
Erken ihtiyarlamaktan sanki biraz üzgün
Dünyanın haline bakıp güldü geçti

Ben böyle yürek görmedim böyle sevgi
Şimdi çocuk büyümekte günbegün
Bütün hüzünleri okşadı birer birer
Gizli bir ümide sarılıp küstü

Ve umarım Yüksel, küsmemişsindir!

16 Ekim 2011 Pazar

Sevgili depresyon… Lütfen peşimi bırak.



(bu yazımız, belli gecelerde olduğu gibi bu gece de beni yalnız bırakmayan, aziz dostum, en büyük hayranım, bitanem depresyonum için yazılmıştır. kendisiyle çok geceler baş başa konuştuk, çok kereler anlaşmaya çalıştık ama baktım olmuyor, sizlerin huzurunda kendisiyle kozlarımı son bir kez daha paylaşmak isterim. artık bu da olmazsa valla seveceğiz birbirimizi, isteyeceğiz anasından ve yakıştıracağız bu acıyı bir şekil yakamıza, napalım...)

Sevgili depresyonum, nedir senin derdin?

Geceleri uykumu kaçırmaktan başka neye yararsın! 
Sırayla, 
fazla yağlarıma, 
yüzümdeki kırışıklıklara, 
bir türlü yetmeyen parama, 
kırdığım insanlara, 
yetişemediğim işlere, 
30 senedir hala olmayı beceremediğim insana 
takıyorsun da ne oluyor? 

Zayıflayabiliyor muyum? Gençleşiyor muyum? 
Öc alır gibi para harcamaktan vazgeçtiğim de yok… 
Ve evet en çok kanepede ikiseksen yatıp, aynı filmleri tekrar tekrar seyretmeyi seviyorum. 
Yani? 
Attığın taşlar ürküttüğün kuşlara değmiyor!

Tamam ben de biliyorum bıraksalar neler neler yapabileceğimizi… 
Biliyorum sırtımdaki hamallara nasip olmaz küfenin ağırlığını ve kimi / kimleri taşıdığımızı…
Herkesin bizden medet umduğunu…  
Herkese bizim yardım etmemiz gerektiğini… 
Ve salak gibi herkese yardım edebileceğimizi zannedip, kendimizi paralamalarımızın hiçbir yere varmadığını… Ben de çok iyi biliyorum herkesin bizi kullandığını… 
Kullansınlar diye izin verdiğimi, sıçılacak ağız göte yakın gelir ilkesinden kendime koordinat belirlediğimi…  Ama bilmenin bir faydası yok di mi?
O yüzden sen de kes hatırlatmayı…

Çünkü bende alerji yapıyorsun.

Sürekli hapşıran, burnu durmaksızın akan, ağzı yüzü şişen 
ve aldığı ilaçlar yüzünden sürekli uyumak zorunda kalan bir patatese dönüşüyorum sayende. 
Aslında hiç gerek yok bu kadar didişmene benimle çünkü sana nasip olmayacak beni bitirmek biliyorsun. Canım arkadaşım Ayşe’nin kelimeleriyle açıklamam gerekirse: 
“Dostum sana bir haberim var, 
kız zaten bir gün ölecek!”

O yüzden canım depresyonum, gel seninle bir anlaşma yapalım.

Son derece bariz konularımız var, 
uğrunda depresyona girmeye değmez, 
inanılmaz sıkıcı ve çoktan tüketilmiş, modası geçmiş, 
sıradan insan mevzuları. 
Gel atalım onları gündemimizden, hep beraber rahatlayalım. 
Zaten hiç yakışmıyorlar benim gibi “contemporary” bir ruha...
Gel bunlara somurtmayalım artık – somurtcak başka şey bulurum ben sen gel…

Asıl, bunları diğer başka varoluşsal krizlerle birleştirip, durumumuzu daha da ağırlaştırmayalım.
Ayrıca bunları sadece bana da mal etmeyelim – beni bu kadar önemsemeyelim.
Ve gerçekten zaten 30 senedir gayet iyi farkında olduğum bazı konular var ki 
bunların depresyonunun bana vermekte olduğu şu kabak tadını da lütfen artık fark edelim 
ve allaaşkına nolur menüyü değiştirelim.

Misal…

Başarısızlık

For God’s sake, ne başarısızlığı?!?!? 
Sana CV’mi göndermek istiyorum sevgili depresyon. 
Seninle, çalışma hayatım boyunca kazandığım paranın 
yıllara göre dağılımını gösteren grafiği paylaşmak istiyorum 
– başkalarıyla paylaşmak yok yalnız! Kendi içinde bir kıyas için… 
Grafik yükseliyor mu yükseliyor. Lütfen! 

Bunlarla ölçmüyoruz yanlız mi diyorsun? 
“Self-realization” bakımından olmamışlıklarım var diyorsun…

Ha, olabilir.

Çok iyi bir sporcu, çok iyi bir dansçı, çok iyi bir yazar, 
çok iyi bir anne, çok iyi bir eş, toplum için yaptıklarıyla ünlü, 
televizyonculuğuyla müstesna, yarattığı tasarımlarla adından söz ettiren bir modacı olamamış olabilirim. Bunları çok istemiş ve yine de (bazıları henüz!) olamamış olabilirim. 
Ama bir şeyler de oldum yani! 
Olamadığım şeylerin uğrunda kazara da olsa bir takım baltalara sap olduğumu düşünüyorum! 

Bir dönem 4 numaradan çok iyi smaç vurdum mesela. Kısa sürdü ama kayıtlarda vardır. 
Bir dönem arkadaşlar arasında şarkı söyletilecek kadar güzel bir sesim vardı. 
Antalya’da kendimi sahneye atıncaya kadardı o da ama olsun. 
Bir ara bütün konuşmaları bana yazdırırlar, bana yaptırırlardı. 
Beni hiç sevmeyen bir hocam “Senden olsa olsa ghost writer olur” dediği gün 
sinirden delirip o işi de bıraktım ama… 
Sinirlenme, çıldırma konularında iyiydim bak! 
Ergenlik dönemim benden sonra bile anlatılacak kadar çok sayıda efsaneyle doludur hakkımda… 
Gerçi, en yakın arkadaşımın da dediği gibi, “yumuşadım” yıllar içinde, pıstım, o yeteneğim de gitti ama... 
Arada çok güzel ayakkabılar çiziyorum? Sayılmaz mı? 
Yılda en az 3 kere, bir moda akademisine başvuru hayaliyle 
Google’da arama yapıyorum, bir iki yere telefon açıyorum. 
Bir sevgilim var? Seviyorum :) Umut var diyemez miyiz?

Ayıp! 
Bütün bunları hiçe sayıp, gecenin bir yarısı manasızca dürtüyorsun insanı!  
“Kalk uyuma boş boş, bi işe yara, bi bok olamadın zaten bu hayatta” diye incitiyorsun insanı gecenin 4ünde!

Bana bak depresyon, git başımdan ben başarısız filan değilim. 
Zaten senin yüzünden blog açtım. 
Üretiyorum işte, daha nedir, nedir, neee?!

Bir diğer misal: Yalnızlık
Oha oha çüş!

Bu hem geyik hem de terbiyesizlik!

Rakamsal olarak söylemek gerekirse, 300’ü aşkın ailem, arkadaşım var. Yakın çevre. Saydım. 
Kaldı ki bunların da kendi çevreleriyle beraber etrafımı kuşatan insan selini 
sana daha nasıl anlatabilirim bilmiyorum. 
Cesur yürek sahnesi olarak görünmemizi ister misin sana? 
Çünkü istersek iskoçyayı kurtarabiliriz, o kadar kalabalığız. 
Bana sayılarla gelme, önemli olan yakınlık, muhabbet, derinlik, sevgi, saygı, aşk… Yemezler bebeğim. 
Zira senin beni yanıltmaya çalıştığının aksine, 
bu tip durumlarda ne kadar “sevildiğin” değil, ne kadar “sevdiğin”dir seni yalnızlıktan kurtaracak olan. 

Sevdiğim çok şu hayatta… 
Sevdiklerim, beni sevmeyenleri de kapsadığından, sen beni merak etme bu departmanda… 
Ve sayılar da hiç mühim değil evet. 
Sayılarla sayılamayacak kadar “çok” olan “tek” kişiler var benim hayatımda. 
Yani yalnız değilim ben. 
Yalnızlık senin yarattığın bir ilüzyon! 
Küçücük hatalarımdan beni affetmediğin, 
bütün küçük ipleri birbirine bağlayarak 
beni yalnızlığa kadar sürükleyecek bir halat yaptığını zannettiğin için giymemi istiyorsun bu elbiseyi. Yakışmıyor ama işte… 
Bunun için ağlayıp, üzülüp, “depresyona” girip kendime güldüreyim mi insanları? 
Ciddiye almasın mı istiyorsun seni doktorlar, terapistler? 
O zaman, bu konuda da bisktrgt lütfen hayatımdan. 

Şımarık! 

Bambaşka bir misal: Çirkinlik
Ohh baby…

Haklısın çok çirkinim. Oysa çok güzel olmak istiyorum. Al sana dert! 
Herkesi baştan çıkaracak, 
hiçbir efor harcamadan herkesi kendime her gün hayran bırakacak kadar umarsız bir güzellik istiyorum. Kaygısız, üzerinde çalışılmamış, ender bir güzelliğim olsun istiyorum. 
Evet istiyorum! 

Ama ne çare… 
Bu konuda ameliyatlar yok. 
Verilmiş bir armağan bu ve parasıyla satılmıyor işte…
Her aynaya baktığımda, omzumun üzerinden bana, çirkinliğimi hatırlatmak için bi de sen bakma… 
Benim gözlerim görüyor. Bir de senin gözlerinde görmeye gerek yok!  
Çünkü zaten insan içine de çıkıyorum. 
Ve her gün başka insanların gözünde yeterince görüyorum güzeli de, çirkini de…

Ve aslında sen de çok iyi biliyorsun ki, 
en güzel insan, 
ne kadar güzel olduğunun farkında olmadığından, 
bundan habersiz, karakteri bu güzellikten bağımsız gelişmiş, 
güzelliklere hayran, güzellikler peşinde koşan insandır. 

Hahaa! Noldu?!?!?!

Eskimez bir misal: Geçmiş

Evet bir geçmiş var ve ağzına kadar dolu bir konu bu… 
En bayıldığın, her gece başka bir malzeme bulup çıkardığın… 
Hatalar, pişmanlıklar, salaklıklarla dolu. 
Terziye versen, at bunu baştan dikelim der. 
Kumaşı bile yer yer bozulmuş, tamiratı mümkün olmayan çok yaması var. 
Ama işte sen başıma kaktıkça, ben daha çok seviyorum onu… 
Oh diyorum iyi ki yapmışım… 
İyi ki senelerce çıkmışım bir allahın salağıyla… 
İyi ki şeytanın avukatı filmindeki Milton misali patronlarla çalışmışım. 
İyi ki bazı hak etmezleri atmışım hayatımdan… 
Çünkü hep sayelerinde boşanmış kaynar sular başımdan! 
O sıçmışlıkların içinden arayıp bulmak zorunda kalmışım kendimi… 
Affetmek zorunda kalmışım yer yer. 
Affedemediklerimi de içimde, beynimde taşımak zorunda kalmışım.

Velhasıl  gölge etmezsen, 
kafamın içindeki sesleri kendi haline bırakabilirsen, 
her şeyi yerli yerine koyacağım günler gelecek. 

Ama sevgili depresyonum, 
sen olduğun sürece, 
acılarımdan beslenen, 
kendini incitmeden yaşadığını hissedemeyen birine dönüşüyorum.

Werther miyim ben?

Gerçekten başımdan defolup gidersen, her şey daha iyi bile olabilir...

Yaptığım hataların ardından, 
battaniye altına girip kendime acımak yerine, 
nasıl telafi edebilirim acaba diye olan bitenin, giden, terk edenin peşine düşebilirim. 

Başaramadığım işlerin peşinden, 
“ben zaten bir geri zekalıyım” diye düşünüp, ardından gelen işleri de salmak yerine, 
“bu sefer yapıcam” diye gaza gelebilirim. 

Beni inciten insanlarla ilgili 
“acaba hak etmek için ne yaptım” ezikliğiyle savrulmak yerine, 
“Sikerim, siktirsin” moduna geçebilirim…

Belki geceleri daha güzel uyuyabilirim.

Gündüzleri halledemediğim meselelerle rüyalarımda uğraşmaktansa, 
uykumda hiç bilmediğim cennet gibi koylarda denize girebilirim. 

Kitaplarımı, “beceremediğim ve bilmediğim” konulardan değil, 
“büyük bir zevkle ve merakla okuyacağım” konulardan seçebilirim. 

Sürekli vakit kaybettiğimi düşünmekten, 
kendime sonu olmayan yapılacaklar listesi yapmayı bırakıp, 
aklımdakileri tek tek yapmaya başlayabilirim.

Belki başımdan gidersen, 
evde bir temizliğe giderim, eskileri atarım. 
Senin yüzünden değil, öylesine, 
deneysel olarak saçımı kestirebilirim.

Çizmeye başlayabilirim yeniden. 
Daha fazla yazabilirim.

Eğer lütfen gidersen, 
çünkü lütfen zaten bir gün öleceğimi kabul edersen, 
kalan zamanımı ister boş boş oturarak, 
ister pazartesileri ata, salıları yelkene, çarşambaları yüzmeye, 
perşembeleri pilatese, cumaları arkadaşlarla içmeye, 
cumartesileri bisiklete binmeye, pazarları fotoğraf çekmeye giderek geçirebilirim. 

Ya da geçirmem. 
Sana ne?!

Ama git! 

Çünkü başımda durma sebeplerinin hiçbirinin benim hayatımda karşılığı yok. 

Ben ödevlerimi zamanında yaptım verdim, vermeye de devam ediyorum. 
Hesabım kitabım kendimle, bir de sana dert anlatmakla uğraşmak istemiyorum. 
Sen işin içine girince, işin içine doktorlar da giriyor, ilaçlar da giriyor, 
annem filan da giriyor, beni seven herkes şoka giriyor, sevgilimi sevemez oluyorum, 
ayy her şey karmançorman oluyor. 

Lütfen git. 
Çünkü ben gayet başarılı, mutlu, geçmişiyle ilgili çalışmaları devam eden ve tabii ki çok güzel bir kızım!

İnsanın kendisini kandırması da kesinlikle bir depresyon konusu filan değil, 
lütfen ilgin olmayan alanlara da burnumuzu sokmayalım!

5 Ekim 2011 Çarşamba

bir dede, dedelerde...




(bu yazımız, dünyanın içinde bulunduğu – ve sanırım benim de tam merkezinde ve hatta en derin dibinde bulunduğum, son yılların – “son yıllar” çok ironik oldu – herkesin diline sakız konusu, “ekonomik buhran”a ithafen yazılmıştır. bu noktada bütün kötülüklerin anası olarak bize yıllarca yanlış tanıtılan alkolü de temize çıkarmayı hedeflediğimi sinsice bildirmek isterim.)


Hikayemiz, bundan yıllar yıllar önce, allahın bi ara yaratıp, sonra nereye koyduğunu bile unuttuğu bi yerde,
mümkünse hem denize kıyısı hem de ekili dikili tarlaya yamacı olan,
heidi’nin büyükbabasınınki gibi bir kulübede hayatını devam ettirmekte olan tonton bir dede ile başlar.
Bu tonton dede, haftada 1 tuttuğu balıkları, haftada 2 yakaladığı tavukları,
haftanın geri kalanında da isteyerek yetiştirdiği sebze ve meyvelerle,
istemediği halde yetişen, “bu ne acaba” diye merak edip edip yolduğu yaban otlarını yiyerek yaşarmış.
Yemek, yatmak ve sıçmak üçgeninde geçen hayatından oldukça mutluymuş aslında…
Ama arada şeytan dürtüyomuş tabii..
Canı sıkılıyomuş bizimkinin arada..
(Ananemin dediği gibi, “can sıkıntısı büyük sıkıntı”… ne oluyosa ondan oluyo…)

İşte acayip canı sıkıldığı ve naapacağını bilemediği zamanlarda da,
taşı tahtayı oyar, bitkileri kaynatıp, lif lif ayırıp, masa örtüsü, kazak filan örer,
doğada bulduğu az vahşi çok vahşi hayvanın fazla gelen kılını, yününü kırpar,
yastıkmış, yorganmış, küçük çocuklar kafayı gözü çarpmasın diye sivri köşelere korumaçmış filan yaparmış.

Yani diyeceğim o ki...
Hiçbişeyi eksik filan değilmiş bu dedenin...
Hatta kimi zaman bazı şeyleri fazlaymış…

Domatesler ara sıra coşuyormuş mesela, dede 3 yiyecekken, bunlar 8’er 8’er bitiyormuş.
Oyduğu tahtaya, taşa; ördüğü kazağa, yorgana da bi süre sonra evde yer kalmıyomuş…
Yastık yapayım diye kırptığı tüyden bi bakmış postij, peruk;
bıçak olsun diye yonttuğu demirden, kılıç mılıç oluyomuş…
Ortalık vazodan, anafordan, biblodan, dantelden geçilmiyormuş…

Dede napsın, aptal mı?
Yapmayı bırakıyomuş öyle durumlarda.
Ya da gidip, doğaya geri bırakıyomuş taşı, tahtayı.
Eskiyen kazağı, yorganı da çatıya matıya atıyomuş ya da koyunlara filan örtüyomuş, pişman…
Bilemedin en kötü, gelen geçen oluyormuş kulübenin önünden, onlara veriyomuş…
“Viriim mi?” “Yir misin” diye soraraktan…

Gel zaman git zaman…
Bu dedenin domatesleriyle, ördüğü kazaklar epey ünlenmiş…
Herkesler gelmiş, “bize de bize de” diye kapıda kuyruklar türemiş.
Dede algılayamamış olayları…
“Yok” demiş, “vermem…”
“Sana daha fazla toprak veririm” demiş biri…
“Sana daha çok balık tutman için kayıklar, o kayıklara adamlar veririm” demiş bir diğeri…
“Pırıl pırıl parlayan, çok az bulunan taşlarım var, onları veririm” demiş bir başkası…
Dede, dedelerde…
“Napçam ben onları yaa” demiş…
“Bana lazım diil ki onlar?!”…
“Domatesler 3 tane, isteyen alsın buraya kodum”
“Bu ara kazak mazak da öremedim, hiç canım çekmedi, zaten yok, hadi gidin”

Bir kısmı çekmiş gitmiş…
Bir kısmı vazgeçmemiş…
Gecenin bi yarısı evine hırsız gibi girenler mi dersin, domatesleri kökleyip kökleyip götürenler mi…
Kazakları nasıl yaptığını anlamak için günlerce onu gözetleyenler mi istemezsin…
Dedenin ne sabah uykusu kalmış, ne öğlen uykusu…
Adamın huzuru kaçmış! Huzuruuu!!!

Sonra bi adam gelmiş…
“Sana silah veriyim… Korkut bunları, gelemezler bi daha” demiş…
“2 domates 3 tane de kazak ver anlaşalım…”
Dede… “Töbe estağfurul bin bismil yarabbi şükür…”
“Stttttrrr!”… adam… sttrmiş.

Dede demiş bu böyle gitmez.
Düşünmüş düşünmüş düşünmüş…
Her düşünen insan gibi eline kalemi kağıdı almış…
Başlamış çiziktirmeye…
Kimsenin hiçbir anlam veremeyeceği tuhaflıkta detayların olduğu, garip garip kağıtlar yapmış.
Kapısına her gelene bi tane vermeye başlamış…
“Bunlardan lazım bana” diyormuş…
“Bunlardan çok çok bulup bana getirirsen, kazağı da alırsın, domatesi de…”
“Bende de bi tane var sadece, sen bunu al, bana daha çoğunu getir.”
Kağıdı kapan, sevinç içinde gidiyormuş.
Gidenler ama, nedense, bir daha hiç geri dönmüyormuş…

Gel zaman git zaman…
Dedenin kapısının önü tamamen boşalmış.
Dede gene başlamış tavukları kovalamaya, balıkları yakalamaya…
Vahşi hayvanlara getir/götür eğitimlerine, uçak/bot tasarımlarına, 
“ne işime yarar peh” diyip diyip yapmamaya…
vesaire.
derken…

Yıllar yıllar sonra, dedenin kulübesinin yanına bi kulübe gelmiş…
Fazlalıklarla dolu bir kulübe…
Fazladan kat, fazladan oda, fazla kalın duvar, fazladan pencerede bişey – cam mı ki?,
fazladan koltuk, fazladan tabak, fazladan örtü, fazladan hiç hayatında görmediği bi dolu şey…
“Mahallemize deli geldi” demiş bizim dede…
“İyi oldu iyi… ahir ömrümde, bi de deli dostum olsun.”

Komşuluktur diyip, en güzel domateslerinden seçip kapısına gitmiş komşusunun…
Kapı içinde kapı, kapı içinde kapı…
Kapılar da fazla…
Neyse, nihayet bir insan çıkmış karşısına…
İnsan canlısı dedem açmış kollarını, uzatmış domatesleri:
“Hoşgeldiin, nasssinnn.. Bizim buraleyn havası suyu eydir, eyi gelir. Al, tomatizimden yi”

Bizim komşu içeri buyur etmiş dedeyi…
Kocaman bi veranda yapmış evine, rüzgarı kesen ama denizin kokusunu kesmeyen…
Güneşi içeri alan ama cayır cayır yakmayan gölgelerle dolu, enfes bir veranda…
“Vıyy” demiş dede içinden, “itogluit işi biliiii”

Rahat koltuklar var…
Ama çok.
8,9,10,11… demek demiş, kedisi köpeği de var. Kim oturcak ki başka??

Hem hasır sandalye bi de üstünde yastıklar…
“Kesin deli hohooo, götü delik olmayan sandalyede bile yastık var”….

Rüzgarla birbirine çarpıp hoş sesler çıkaran tahtaları görmüş sallanan…
“Aaa”  demiş, “al benden bi tane daha...
bu salak da yapmış bunlardan boşuna…
diyim de bari işe yaramıyolar, atsın kurtulsun… sevaptır.”

Daha dede lafa giremeden…
Bizim komşu almış sazı eline…
“Üstadım...” demiş… - Kim??
“Paranın gözü kör olsun.” – ??!
“Vallahi elimizin kiri…” – ?!?!
“Gerçi ne onunla ne onsuz da olmuyor ama…” – #$\*?!?!
“Sonuçta hiç bişey de bedava diil…” – Ne dio?
“Parayı tutmayı bileceksin mirim, parayı kendinde tutmayı biliceksin…”
“Vermeyeceksin öyle ona buna…”

Dede olmuş çorba…
Komşu’nun bi bildiği var ama demiş içinden…
Her şeyi gibi o da fazla…

“Tomatizimm var yir misin?” demiş araya girmiş…
“Dede daha dur yeni geldik bismillah, yaparız ticaretimizi, 
söz başkasından almam domatesleri, senden alırım hahhaaa…”
Anlamamış dedem…
“Tomatizim az kaldı, sana kadar bana kadar.”
Adam ama çok iyi anlıyo maşallah, nöronlar arası bilgi saatte 3000 km hızla koşuyo maşallahhh…
“Ooo, çok isterim diyosun, son mahsül diyosun, hallederiz…”
Dede delirdi delirecek…
“Yok bişey demiyorum, tomatizm az diyorum… 
ama onlar sana fazla bak dedengi dingle” – duvarda sallanan tahtaları göstermiş..
Adamımız olayı çözdü yaaa, şu an çözdü dedeyi, bi rahatlamış… 
Kızılderiliye, ateş suyunu veren ilk eşşolusu gibi…
“Onları mı istiyosun? Tamam tamam ne olacak, senden kıymetli mi..” – almış sallanan tahtaları eline…

Bi de üstüne…
Cebinden de üzerinde kimsenin anlayamayacağı tuhaflıkta detayların olduğu garip garip kağıtlar çıkarmış…
Tahtalarla kağıtları uzatmış dedeye, domatesleri de kapmış.
“Al demiş, bu da siftah…”
“Sonra, sütü de senden alırız, yünü de, yorganı da…”
“Güle güle harca…”

Dedede oluşan mavi ekranın hemen akabinde…
Dede kapmış kağıtları, tahtaları…
Vermiş bulunmuş domatesleri…
Bir hız gitmiş evine, oturmuş, başlamış düşünmeye…
Demiş sıçtık…

Kağıtlar tomatizlerimi buldu…
Bu sistem çalışmadı.
İtleri arsızları kapımdan uzak tutmaya yaramadı…
Fazlalık canavarları fazlalıkları bitirmiş, az olanın peşine bile düşmüş.
Geç bile kalmışım.
Hemen başka şey bulmam lazım…

PS:
Başka şey bulanların, insanlık namına, hemen bu dedeyle irtibata geçmeleri
ve hızla bir an önce bizi ve kalan tüm nadir şeyleri kurtarmaları önemle rica olunur.
Tuhaf kağıtların her şeye gücünün yetmediği,
fazlalıkları hakkaten napcağımızı bilemediğimizden,
fazlalık yaratmaktan samimiyetle vazgeçtiğimiz bir ortam için,
hele ki onun deniz kıyısı ve ekili dikili yamaç yanı olabilmesi için,
allah rızası ve tüyü bitmemiş yetimin hakkı için düşünün, bi yol bulun.

ps2: dedenin aksanı tam olmadı. yarım saatte şeedemedim. o kadar olur.

27 Eylül 2011 Salı

Allahla olan sağlık dolu, al yanaklı, yüzüne kan giden, tosun gibi maşallah ilişkim



(bu yazımız, yazarın, blogunda 2 lafından birisinin Allah olduğunu fark edip, ulan benim bu allahla ne alakam var bu kadar diye düşünmeye başlayıp, vardığı yerleri sevenlerine aktarmaya karar vermesinden ötürüdür. Yazının ana fikri, allahla hiçbi alakası olmadığı, kendisini hiç tanımadığı, yapılan haberlerin tamamen yalan olduğu, sadece bi arkadaşının arkadaşı olduğu için o gün orada şeettiklerini ve bu konuda asparagas haber yapan arkadaşları çok kınadığı filan şeklindedir.)

Ağzımda bir Allah lafı… 
Töööbeler, inşallahlar, maşallahlar, Allah korusunlar, saklasınlar havalarda uçuşuyor. 
Az önce düşündüm. 
Dindar mı oldum ki ben? Haberim yok? 
Ya da nedir bu samimiyet? 

Sonra da dedim ki, 
evet belki dünya sarsılır, yer yerinden oynar ve tehdit telefonları başlar ama ben yine de yazmalıyım… Allah’la aramdaki sağlıklı ilişkiyi herkeslere anlatmalıyım. 
Çünkü mutluyuz biz. 
Kıskanmayın. 
Darısı da başınıza hatta…
:)

Kimdir kendisi benim hayatımda, ona bi kısaca bakalım şimdi beraber…

Bi kere her şeyden önce kendisi, 
benim elalemle taşak geçtiğim, beraber gül gül öldüğüm çok yakın bi arkadaşımdır. 
Biz birlikte güleriz olana bitene, çarpana, düşene... 
Olmayacak işleri ona paslarım ben. 
Er ya da geç çaresine bakılacaklar kontenjanından bir temizlik yaparız hayata dair. 
Sık sık. 
Kimselere söyleyemediğim, 
“Abi bu herif de tam bir gerizekalı ama, bunun karısı bu duruma ne diyor acaba, 
psikologa gidiyor mudur ki bu” gibi düşüncelerimi, onunla paylaşırım. 
O kimseye söylemez. 
En fazla, “senin bilmediğin bir hikayesi var bunun, durma üstünde” diyerek, 
sırtıma binen yükü hafifletir. 
Ben de böyle şeylere inanabilmek ve o yükü hafifletebilmek için 
onun gizli varlığına çarptırıp sektiririm hayata dair tuhaflıkları…

Allah,
o şakayı ben yapmasam o yapar diyeceğim kadar, espri anlayışlarımız ortak, 
böyle penguen, leman gibi bir dergide, aynı masada çalışıp, 
sabahlara kadar uykusuz kalıp, 
hayatın en acı meselelerine alışmış kudurmuştan beterdir kıvamına gelerek dayandığım, 
kahkahalarla yerlere yuvarlandığım eski toprak abimdir. 
Biz aynı tespitleri yaparız, birbirimizin ağzından lafı alırız. 
Benden çok yaşayacaksın der dururuz karşılıklı...
Beraber aynı pencereden aynı şeyi dikizleriz. 
Bazı gördüklerimiz hakkında konuşmayız. 
Karikatürünü de yapmayız. 
Allah iyiliklerini versin deriz. O verir.

Benim aklım ermez ama onun mutlaka eriyordur, 
hikmetinden sual olunmaz büyüğümdür kendisi. 
Karma adı altında da yorumlanabilecek, karpuz at/tut ekibimdir. 
Ben hayatımdaki bütün karpuzları ona atarım. 
O bazılarını kamyonuma atar, bazılarını da öbür taraftan bana doğru atanın küt kafaya… 
Kendisine bu konudaki güvenim sonsuzdur. 
Hangi golleri yemem, hangi topları kurtarmam, 
hangilerini son saniyede savuşturup 
ve hatta topu kapıp karşı kaleye doğru herkese çalım goool şeklinde kullanmam gerektiğini bana fısıldar. Teknik direktörümdür o benim. İngilizcesi de çok iyidir.

Çoktan buralardan gitmiş olan rol modelimdir. 
Buralar daha dutlukken gelmiş bakmış, 
buraların dutluk bile olamayacağı günleri öngörmüş, 
hadi bana eyvallah demiş çok önce çekip gitmiştir. 
Bana da not bırakmıştır. “Oyalanma” diye…

“Burayı çok yanlış düşündük oğlum, kusura bakma” der bazen bana o… 
“Ayarlayamadık…” 
İyi niyetinden emin olduğum, 
bazen beni unutmasında hiiiiiçbir sakınca olmayan, 
nasıl olsa her istediğimde çat kapı odasından içeri girebildiğim, 
zart diye arayıp “nerdesin lan hayırsız” diye hesap sorabileceğim, 
2-3 dk içinde yine kaldığımız yerden taşağımıza devam edeceğimiz, 
birbirine kırılacak çok sebebi olsa da asla kırılmayan çok iyi dostlarız biz… 
O bok gibi bi dünya yaratmış, bana kısacık bir ömür vermiş 
içine o bok dünyayı sığdırmamı bekliyor, 
ben de beceremiyorum, elime yüzüme bulaştırıyorum, 
yapma dediği şeyleri yapıyorum – bencillik, hırs gibi; 
yapayım diye yarattığı şeyleri de yeterince yapamıyorum galiba – alkol, seks gibi… 
Yani zaten genel olarak kavgalı olmak için çok sebebimiz var da, 
kavga etmemeyi seçiyoruz biz. 
Birbirimizi anlayışla karşılamaya karar vermişiz en başından. 
Seviyoruz çünkü. Sevmişiz bi kere… 
Hayattaki en yakın arkadaşımın benim hakkımda söylediği gibi 
“Artık atsan atılmaaaaz, satsan satılmazsın…” J 
Yakın arkadaşız biz, en "geçmiş olsun, ohoooooo" olanından...

Dua ile haberleşmeyiz. 
Açık konuşuruz. 
Kapalı kapılar ardında değil, herkesin gözü önünde kesişiriz. 
Utanmayız birbirimizden ama çok da övünmeyiz. 
Maalesefli bir boyutu vardır ilişkimizin 
– bula bula bunu buldum noktasında dururuz, tevazu sahipleriyiz.

Asgari müşterek üzerinden bir anlaşmamız var. Mutluluk ve sağlık… 
Geri kalan her şey neşe kaynağımız. 
En önemli ortak özelliğimiz, ikimiz de politik gündemi takip etmeyi sevmeyiz, 
milletin aşk hayatını daha fazla önemseriz. 
Paramızın hesabı yoktur, hesap etmekten nefret ederiz. 
İkimiz de fransızız bu konuda. 
Sayamayacağım kadar çoksa, sayma “çok” de geç, 
“çok” deyip geç ki sayamayacağın kadar çok olsun – les argent! Elimizin kiri. 
O zaten insan eliyle yaratılan şeylerden hazzetmez… Hahaaa ben de. J  
Orada buluşur, orada ayrılırız en temizinden.

Ben sevdiklerimi zamanı gelince ona yollarım, o bana yenilerini yollar.

Kendisinden memnunum genel olarak. İyi çocuktur. Muhabbeti de çok iyidir.

Demlenirken bilirim ki o da bir yerlerde demleniyor filan...

Böyle böyle 30 senedir, yakından tanıdık birbirimizi. 
Alıştık yokken var olmalarımıza, mış gibi yapmalarımıza… 
Şeker Portakalı’nın yetişkinler için olanıyız. 
Ya da Alice Harikalar Diyarında’nın çocuklar için olanı… 
Beni kontrpiyede bırakmaz asla. En çok bu yanını severim bak…  
Çünkü ben onun attığı her topa girmem.... 
Çünkü o, onu dinlemediğim için bana hiç bozulmaz…

Kalbimin sesine hoparlör taktırdım çünkü, bilir. 
“İyi fikir” der olur da sorarsan… 

Onu abartanlar, bi bok sananlar, 
yerlere göklere sığdıramayanlarla ilgili dedikodu yaparız ara sıra, 
“Baba, yalakalarla işim olmaz” der geçer. En çok da buna güleriz.

Çok kitap okuruz biz, tek kitap değil.

Biraz da ondan bu kadar benzeriz.


kendisine ps: abi yine konu döndü dolaştı sana geldi biliyorum kıl oluyosun, bu sefer bi de üzerinden biraz prim yapmış gibi de oldum, valla kusura bakma artık, sen de suratımda 4 tane sivilce çıkardın bu hafta ben de ona bişii demiyorum bak, hadi öperim, akşam konuşuruz yatmadan... dünkü olay için de teşekkür ederim bu arada, çok sağol! ;) - aramızda :)

ortada hiçbişiii yokken sunum yazma sanatı



(bu yazımız istek üzerine kaleme alınmıştır. henüz sırrına erilememiş bir konu olup, bir takım yaklaşım yöntem ve metotları elbette geliştirilmiştir, bize onlardan bahsetmek düşer. ama hepsinin dönüp dolaşıp varacağı yer, havale edileceği mercii, allahın onları bildiği gibi yaptığı o yüce kattır… bu yazıda aradığınızı bulamazsanız, oraya başvurmanızı öneririm.)

Diyorlar ki…
Ortada problem yok – belki var da biz bilmiyoruz. 
Müşteri, “Beklentiniz nedir? Amacınız nedir? İş hedefiniz nedir?" 
"Ee o zaman bugün buraya neden geldiniz?” gibi soruları cevapsız bırakıyor. 
Ya da daha kötüsü, kendince çok güzel cevaplar verdiğini düşünüyor: 
“Çok iyi bir iletişim stratejisi bekliyoruz.” 
“Amacımız 2012 pazarlama planımızı oluşturmak…” (efenim?!?) 
“İş hedefimiz büyük!” 
“Bugün buraya ajansımıza 2012’de hangi ürün ve hizmetlere ağırlık verelim, 
gerçi hangi ürün ve hizmetleri çıkaracağımız belli değil ancak 
yine de hangilerinin reklamlarını yapalım diye sormaya geldik, cevaplarımızı alıp hemen gidicez…” 
– töbeeeee!

Önce bir sakin oluyoruz. 
Önce Allah’a bize bu kadar beleş bir para kazanma kaynağı gönderdiği için çok teşekkür ediyor 
ve bu müşteriyi hemen stratejik danışmanlık kontenjanından aylık fee sözleşmesiyle bağlıyoruz. 
“Biz size hepsini teker teker anlatacağız, hiç merak etmeyin, şuraya bir imza yalnız…” diyerek, 
bi şansımızı deniyoruz.

Ha...
Anadolu’nun bağrından kopup gelen, uyanık tüccar, 
“Ben önce filmimi göriiim” diyorsa, anlaşma fikrimizi boş veriyoruz, 
ve hatta genel olarak boş veriyoruz veeeee 

ver elini yüce batı medeniyeti ve reklamın doğduğu topraklar diyerek, 
bu kategorideki iyi işleri, başarılı şirketleri, tutmuş stratejileri, warc olsun, o olsun bu olsun toparlıyoruz. Memleketimin insanının yaşadığı topraklara en uygun gibi görünenini “ajans önerimiz” olarak paketleyerek, sunumun sonlarına saklıyoruz. – sunum nasıl yazılıyor genel olarak konuşmuştuk, buradaki sunumun hidden agenda’sı, adamı bir şey ister hale getirmektir - anything ama, yeter ki istesin... tatlı tatlı “evet yaa, tam benim istediğim bu işte!” kıvamına getirip, bizim istediğimizi giyinip gitmesini sağlamaktır. – kral çıplak’a benzetirsem çok ayıp olacak, benzetmiyim di mi? Hadi benzetmiyorum.

Ya da… 
Diyelim karşımızdaki, kendinden hiç beklenmeyen bir ekip özünde… 
Kafalar çalışıyor, niyetler iyi ama bu sefer böyle denk gelmiş. 
Kalplerini kırmıyoruz, siz ne biçim pazarlamacısınız, 
size maaşları kim ödüyor bana onun telefonunu verin filan demiyoruz, 
marketing 101’dan konuya giriyoruz. 
Hemen bir araştırma satıyoruz. 
Bizden istemeyi 2-3 kelimeyle de olsa kendilerince başardıkları konuyu yeniden paketleyerek, 
elle tutulur bir amaç edinme çabasına giriyoruz. Misal:

1.  “İletişim stratejinizi planlayabilmek için önce markanızın zaaflarını anlamak için bir araştırma yapalım.” 
/ buradan bilinmezlik, sevilmezlik, ne işe yaradığını anlamamazlık gibi bariyerler bulup (inşallaaaaah!), 
onlara saldıran bir stratejiyi, öğlen tatilinden az önce yazıp ellerine veriyoruz.

2. “İletişim stratejimizi planlayabilmek için önce müşterilerimizin ihtiyaçlarını, sıkıntılarını dinleyelim” 
/ hooop bir araştırma daha…

3. “İletişim stratejimizi planlayabilmek için, CEO’nuzdan bir randevu talep ediyoruz, 
şirketin misyon / vizyon ve vs’lerine göre bir plan yapabilmek için” 
/ bu durum malum… 
bu ekiplerden cacık olmaz patron ne diyo acaba, haberi var mı, kontenjanından izlenen bir stratejidir. 
Çoğu zaman “Ne alakası var?! Nerden çıktı” diyen patronlarla 
ya da bizim patronların “Bence hiç ihtiyacınız yok, şu size yeter” diyerek, 
tepeden sattığı stratejilerle orada o saniye çözülerek hayatımızdan çıkarlar. 
(ve bu yöntem önerilir. 
Kendi patronunuza gidip 
“Kaç gün uğraşıp sunum hazırlayacağım, hiç de bir para kazanmayacağız, 
siz bir gidip konuşsanız, hayır niyetleri yoksa gerek yok 
ama satılable bir an yakalarsanız, XXX strateji onlara yeter, isterseniz kısaca anlatın.” demeniz yeterlidir.)

Şimdi bence epey bir yol aldık. 
Savuşturma stratejilerinden en az biri şu ana kadar işe yaramıştır diye düşünüyorum? 
Ha tabii… 
Bir de şöyle durumlar var. 
En zoru... 

Şirket kocaman. 
Şirketin patronu Allah katında… 
Gazeteler bile hakkında haber yapamıyor.
Hasbelkader bugüne kadar artık tekellikten mi, başka bir sebepten mi 1 koyup 3 almışlar. 
İşler tıkırında yani aslında… 
Sana ihtiyaçları hiç yok.
Ama nedense bir "reklamları gelmiş", senin kapını çalmışlar.
Sen onun için adeta bir hobisin...
Çok methini duyduğu bir restaurant'da yenecek, oraya has bir çorba gibisin...
Çorba 2 lira ama beğenirse sana atacağı para 200.
Hal böyle olunca da...
Senin patronun gözlerinde dolar işaretleri yanıp sönüyor, 
bu yüzden de senin işaret ettiğin “ama olmaz böyle” yangınlarını göremiyor. 
O, şirketi ve ekibi haklı görüyor. 
Bizden yardım isteyen kedi yavruları gibi şefkat duyuyor onlara… 
Onları ancak bizim kurtarabileceğimize inanıyor. 
Yani senin J 
İşte burada savuşturma stratejisi diye bir şey yok. 
Burada 4S kuralı var bebeiim. O sunum yazılacak.... 
(SKE SKE ya da SVE SVE, sen bilirsin, duygusunu sen seç. J)

Peki bu durumda ne yapıcaz? 
Bu durumda, FBI gibi, CIA gibi, MIT gibi, MOSSAD gibi çalışacağız. 
Bu şirketin daha önce temas ettiği ajanslarla, 
o ajanslarda temas ettikleri insanlarla hoş beş ederek, 
tanıdığımızın, tanıdığının, tanıdığı üzerinden patronu olan X Amca’nın hobilerini, 
en sevdiği kitaplar ve müzikleri öğrenerek, 
geçmişte basına ya da yakın çevresine verdiği tüm demeçleri, 
internetin ve kişisel sosyal dairelerimizin (social circles) suyunu çıkarmak suretiyle toparlayarak, 
sattıkları ürünleri ve rakiplerini ajansın raflarına doldurup (aa tanıdık geldi J), küçük parçalarına ayırarak, 
en beğendiği reklam kampanyalarını ve markaları ve hatta burcunu 
ve dahi vergi borcunu öğrenerek…

Ve sonra onlara, müthiş bir keşif yapmışlar gibi bir hisse kapılacakları bir sunum tasarlayarak…

İstiridyenin içindeki inciye doğru nefeslerin tutulduğu 
ve istiridye açıldığında, 
“35 yıldır X için buradayız” sloganının çıktığı 
bir “build-up” yaparak…

İşe yaramazsa beni ara. Dişimi kıracağım J
 - yıl sonu bonusunla bana dondurma ısmarlarsın ya da!

Saygılar!
eskiboşişlertanrısı